top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 60 sonuç bulundu

  • BANKALAR HAFİF KUSURLARINDAN DAHİ SORUMLUDUR.

    YARGITAY HUKUK GENEL KURULU Esas Numarası: 2017/3092 Karar Numarası: 2020/400 Karar Tarihi: 16.06.2020 1. Taraflar arasındaki “menfi tespit-istirdat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İzmir 2. Tüketici Mahkemesince davanın davalı ... yönünden kabulüne, Finansbank A.Ş yönünden kısmen kabulüne ilişkin verilen karar davacı vekili ve davalı banka vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 19. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davalı banka vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacı vekili 22.07.2013 tarihli dava dilekçesinde; müvekkilinin davalı bankanın kredi kartını kullandığını, davalı bankaya bir ekstre dönemi içinde yapılan harcamaların toplamının 700,00TL'ye ulaştığında SMS yoluyla tarafına bildirim yapılmasına dair talimat verdiğini, müvekkilinin kredi kartını kullanması için kardeşine verdiğini, ancak diğer davalı ...'in kredi kartını ele geçirerek müvekkilinin bilgisi haricinde kullandığını, ceza yargılamasında davalı ...'in harcamaları kendisinin yaptığını kabul ettiğini, davalı bankanın harcama miktarının 700,00TL’yi geçmesine rağmen müvekkilini bilgilendirmediğini, dolayısıyla diğer davalı ile birlikte müteselsilen ve müştereken sorumlu olduğunu ileri sürerek kredi kartıyla müvekkilin bilgisi ve rızası dışında yapılan harcamaların davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalı Cevabı: 5.1. Davalı banka vekili 26.09.2013 tarihli cevap dilekçesinde; davacının kredi kartını rızası ile başkasına teslim ederek şifresini paylaştığını, yapılan harcamaların şifre ile yapıldığını, müvekkilinin yapılan her bir harcamadan davacıyı bilgilendirme gibi bir yükümlülüğünün bulunmadığını, davacının tamamen kusurlu olduğunu belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir. 5.2. Davalı ..., davaya cevap vermemiştir. Mahkeme Kararı: 6. İzmir 2. Tüketici Mahkemesinin 23.10.2014 tarihli ve 2013/1169 E.,2014/1810 K. sayılı kararı ile; davalı ...'in davacıya ait kredi kartından davacının bilgisi ve rızası haricinde harcama yaptığı, anılan davalının ceza yargılaması sonucunda mahkumiyetine karar verildiği, bu davalının harcamaların tamamından sorumlu olduğu, davacının kartın ve bilgilerinin üçüncü kişiye geçmesinde %50 oranında müterafik kusurunun bulunduğu, davalı bankanın davacının talimatına rağmen davacıya bilgilendirme mesajı göndermediği, objektif özen yükümlülüğünü yerine getirmediği, mesaj gönderilmesi hâlinde zararın büyümesinin önlenebileceği, bu nedenle davalı bankanın da %50 oranında kusurlu olduğu gerekçesiyle davanın davalı ... yönünden kabulüne, Finansbank A.Ş yönünden kısmen kabulü ile 19.086,99TL'den davalı ...Ş'nin 9.493,49TL sorumlu olması kaydı ile davalılardan dava tarihinden itibaren işleyecek avans faizi ile birlikte müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya verilmesine karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: 7. İzmir 2. Tüketici Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili ve davalı banka vekili temyiz isteminde bulunmuştur. 8. Yargıtay 19. Hukuk Dairesince 07.12.2015 tarihli ve 2015/2560 E.,2015/16391 K. sayılı kararı ile; “…Dava, kredi kartı üyelik sözleşmesi uyarınca davacıya verilen kredi kartından yapılan harcamalardan dolayı davacının borçlu olmadığının tespiti ile bu harcamalardan dolayı haksız yere yapılan ödemenin istirdatı istemine ilişkindir. Kredi kartının kural olarak kart üzerinde adı soyadı yazılı kart hamili tarafından ve kredi kartı sözleşmesi hükümlerine uygun şekilde kullanılması gerekir. Kartın başka bir kişiye devri ya da kullandırılması yasak olup bu şekildeki bir davranış kredi kartı sözleşmesine aykırılık oluşturur. Bunun sonucu olarak kredi kartını kendi iradesi ile başkasına devredip kullandıran kart hamili, bu kart ile yapılacak harcamalardan sorumlu olacaktır. Eğer kredi kartını hamilin bilgisi ve iradesi tahtında kullanan 3. kişi, bu kullanımın hukuka aykırı olduğunu biliyorsa ya da onun kullanımındayken bir başkası tarafından ele geçirilerek kart kullanılmış ise, haksız fiil faili olarak onların da müteselsilen sorumluluğundan söz edilebilecektir. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olaya gelince; davacının dava konusu kredi kartını kendi rızası ile kardeşine verdiği, kardeşinin kullanımında iken kredi kartının davalı ... tarafından ele geçirilerek dava konusu harcamaların yapıldığı konusunda ihtilaf bulunmamaktadır. O halde davacı kart hamili davalı ... ile birlikte dava konusu yapılan harcamalardan dolayı davalı bankaya müteselsilen sorumlu olup, davalı bankaya atfı kabil kusur bulunmamaktadır. Ayrıca davalı ... dava konusu harcamaların tamamından haksız fiil hükümlerine göre davacıya karşı sorumludur. Mahkemece anılan bu yönler gözetilmeden eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir…”gerekçesi ile karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 9. İzmir 2. Tüketici Mahkemesinin 01.06.2017 tarihli ve 2016/795 E., 2017/244 K. sayılı kararı ile; “…Yargıtay bozma kararında "kart güvenliği"nin esas alındığı, ancak kredi kartının kullanıcısı olan davacının ekonomik güvenliğine önem verilmediği, kart güvenliğinin davacı tüketici tarafından ihlal edildiği hususunda taraflar arasında herhangi bir tartışma bulunmadığı, kart sahibinin söz konusu kusuru ile somut bir zararın meydana geldiği, ancak bankanın kart kullanıcısının ekonomik güvenliğinin bir parçası olan talimatın gereğinin yerine getirilmemesinin tüketiciyi öngörülemez, belirlenemez maddi bir yükümlülük altına soktuğu, bankanın kart hamili olan davacının verdiği talimata aykırı davrandığı, bu nedenle zararın arttığı, SMS gönderiminin bilgilendirme amaçlı olduğu, güvenlik amacı taşımadığı iddia edilmiş ise de bankanın tacir olduğu, tüketiciye göre daha güçlü konumda bulunup objektif özen yükümlülüğüne aykırı davrandığı, ... tarafından yapılan harcamalarda tüketici olan davacının talimatına rağmen banka tarafından bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmediğinden bankanın kusurlu olarak zararın artmasına sebebiyet verdiği, SMS gönderilmesi hâlinde zararın büyümesinin önleneceğinden bankanın gerçekleşen olayda %50 oranında kusurlu olduğu…” gerekçeleriyle direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 10. Direnme kararı süresi içinde davalı banka vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK 11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacının dava konusu kredi kartını rızası ile kardeşine verdiği, kardeşinin kullanımında iken kredi kartının davalı ... tarafından ele geçirilerek dava konusu harcamaların yapıldığı eldeki davada, davalı bankanın kusurunun bulunup bulunmadığı, varılacak sonuca göre davalı bankanın yapılan harcamalardan dolayı sorumluğunun bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 12. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle bankaların sorumluluğuna ilişkin yasal düzenlemelerin açıklanmasında yarar vardır. 13. 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 6.maddesinin 1.fıkrasında; Türkiye'de bir bankanın kurulmasına veya yurt dışında kurulmuş bir bankanın Türkiye'deki ilk şubesinin açılmasına, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun alacağı kararla izin verileceği belirtilmiştir. Aynı Kanunun 3. maddesinde; yazılı ya da sözlü olarak veya herhangi bir şekilde, halka duyurulmak suretiyle ivazsız veya bir ivaz karşılığında, istendiğinde ya da belli bir vadede geri ödenmek üzere kabul edilen para, mevduat olarak tanımlanmış ve anılan Kanun’un 60. maddesinin 1. fıkrasında; kredi kuruluşları ile özel kanunlarına göre yetkili olanlar dışında hiçbir gerçek veya tüzel kişinin, aslen veya fer'an meslek edinerek mevduat veya katılım fonu kabul edemeyeceği, ticaret unvanları ve kamuya yapacakları açıklamalar ile ilân ve reklamlarında bu izlenimi yaratacak ifade ve deyimleri kullanamayacağı düzenlenmiştir. Ayrıca 5411 sayılı Kanun’un 63. maddesi gereğince halkın parasının bankalarca değerlendirilmesi sırasında halka güven vermek için kredi kuruluşları (mevduat bankaları ile katılım bankaları) tasarruf mevduatı ve gerçek kişilere ait katılım fonlarının Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından sigorta edileceği açıklanmıştır. 14. Bu düzenlemelerden anlaşılacağı üzere bankalar, özel yasa ile kurulan ve kendilerine alanlarında çeşitli imtiyazlar tanınan, topladıkları mevduatı ve katılım fonlarını sahteciliklere karşı özenle korumak zorunda olan kuruluşlardır. Bankalar sahip oldukları bu vasıfları sebebiyle bankacılık işlemlerinin güvenilen tarafı konumundadırlar. Bu durum, bankaların bir güven kurumu olarak kabul edilmesini ve bankanın sorumluluğunun özel güven sebebiyle ağırlaştırılmasını gerektirir (Battal, A.; Güven Kurumu Nitelendirmesi Işığında Bankaların Hukuki Sorumluluğu, Ankara 2001, s. 106). O hâlde, bankalar, ağırlaştırılmış sorumluluğun bir gereği olarak objektif özen yükümlülüğü altında bulunmakta olup, buna karşılık hafif kusurlarından dahi sorumludurlar. Ayrıca, bu sorumluluğu kaldırmaya yönelik sözleşmeler de geçerli değildir. Zira sorumsuzluk sözleşmesi hükümlerine sınırlama getiren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK)’nun115/3 ve 116/3. maddeleri gereğince, özel yasa ile kuruldukları ve kendilerine alanlarında çeşitli imtiyazlar tanındığı için bankaların, hafif kusurlarından dolayı ortaya çıkan sorumluluğunu kaldıran sözleşme hükümleri geçersiz olacaktır. 15. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK)’nun 18. maddesinin 2. fıkrası gereğince; tacir, ticaretine ait bütün faaliyetlerinde basiretli iş adamı gibi hareket etmesi lazımdır. Ancak bankaların, tacir olarak bütün işlemlerinde basiretli davranma yükümlülüğü herhangi bir tacirden farklılık arz etmektedir. Bu sebeple bankalardan beklenen basiret ölçüsü ve özen yükümlüğü şüphesiz daha ağırdır. Özellikle birer itimat kurumu olan bankaların, aldıkları mevduatları sahtecilere karşı özenle koruma yükümlülüğünün daha da arttığının kabul edilmesi gerekmektedir (Yılmaz, S.; Hukuki Açıdan İnternet Bankacılığı, Ankara, 2010, s. 152). 16. 5464 sayılı Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanunu'nun “Kart kullanımına ilişkin yükümlülükler”başlıklı 15. maddesinde "Kart kullanımından doğan sorumluluk, sözleşme imzalandığı ve kartın zilyetliğine geçtiği veya fizikvarlığı bulunmayan kart numarasının öğrenildiği andan itibaren, kart hamiline aittir. Kartın imza hanesinin kart hamili tarafından imzalanmış olması zorunludur. Üye işyerinin talep etmesi durumunda kart hamili, kartın kullanımı sırasında kimlik belgesi ibraz etmek zorundadır. Bu Kanunun 20 nci maddesi uyarınca harcama belgesi düzenlenmeksizin çeşitli iletişim araçları yoluyla veya sipariş formu vasıtasıyla yapılan mal ve hizmet alımlarındaki hukuka aykırı kullanımlardan kaynaklanan zararlardan kart hamili sorumlu tutulamaz." düzenlemesi, “Bildirim zorunluluğu” başlıklı 16. maddesinde "Kart hamili, kendisine tevdi edilen kartı ve kartın kullanılması bir kod numarası, şifre veya kimliği belirleyici başka bir yöntemin kullanılmasını gerektiriyorsa bu bilgileri güvenli bir şekilde korumak ve başkaları tarafından kullanılmasına engel olacak önlemleri almak, kartın kaybolması, çalınması veya iradesi dışında gerçekleşmiş herhangi bir işlemi öğrenmesi halinde kart çıkaran kuruluşu derhal haberdar etmek zorundadır" düzenlemesi yer almakta, Aynı Kanunun 18. maddesinin 2. fıkrasında "Üye işyerleri, 20 nci madde uyarınca harcama belgesi düzenlenmeksizin çeşitli iletişim araçları yoluyla veya sipariş formu vasıtasıyla işlem yapılmasına olanak sağlamak üzere kuracakları sistemlerin güvenli bir şekilde çalışmasını temin etmekle yükümlüdür."hükmübulunmaktadır. 17. Bu aşamada müterafik (ortak) kusur kavramından bahsedilmesi yararlı olacaktır. 18. Sorumluluk şartları gerçekleştiği takdirde, zarar veren, zarar görenin mal varlığında meydana gelen eksilmeyi gidermek zorundadır. Maddi tazminatın amacı, zarar verici olay meydana gelmese idi, zarar gören hangi durumda bulunacak idiyse o durumun yeniden kurulmasıdır. Başka bir deyişle maddi tazminat, zarar görenin mal varlığında meydana gelen eksilmeyi karşılamalı ve zararın tamamını gidermelidir. Zira tazminatın amacı, zarar vereni cezalandırmak veya zarar göreni zenginleştirmek değildir. Ancak zararlı sonucun doğmasına zarar veren yanında zarar görenin kusuru veya bazı durum ve davranışları ya da umulmayan olaylar da katkıda bulunmuşsa tazminattan belirli bir indirim yapılması hakkaniyete daha uygun düşmektedir. Bu düşünce ile tazminattan indirim sebepleri 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu ve diğer bazı özel kanunlarda düzenlenmiştir. 19. Tazminattan indirim sebeplerinin en önemlileri ise 6098 sayılı TBK’nın 51. ve 52. maddelerinde belirtilen sebeplerdir. Tazminattan indirim sebepleri, özel hükümler mevcut olmadıkça akdi sorumlulukta da uygulanacaktır. Zira 6098 sayılı TBK’nın 114. maddesi delaletiyle haksız fiil sorumluluğuna ilişkin hükümler kıyas yoluyla sözleşmeye aykırılık hâllerinde de uygulanacaktır. 20. 6098 sayılı TBK m. 52. maddesinin 1. fıkrası; “Zarar gören, zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırmış ise hâkim, tazminatı indirebilir veya tamamen kaldırabilir.” hükmünü haizdir. Görüldüğü üzere bu fıkra daha çok zarar görenle ilgili olup “hiç kimsenin kendi kusurundan yararlanamayacağı” yönündeki genel hukuk ilkesinin etkisiyle düzenlenmiştir. Buna göre zarar görenin rızası ile zarar görenin kendi kusuru tazminattan indirim sebebi olarak öngörülmüştür. 21. Zarar görenin kendi kusurunda, kişinin kendisine zarar veren bir hareket tarzı söz konusudur. Zarar görenin kendi kusuru, akıllıca iş gören, mantıklı bir kişinin, kendi yararı gereği zarara uğramamak için kaçınacağı veya kaçması gereken bir eylemi olarak nitelendirilmelidir. Zarar görenin kusuruna ortak kusur, birlikte kusur veya müterafik kusur da denilmektedir (Tandoğan, H.: Türk Mesuliyet Hukuku, Ankara, 1961, s. 318.). 22. Müterafik (ortak) kusur, makul bir kimsenin kendi yararına sakınmak zorunda olduğu düşüncesiz, dikkatsiz bir hareket tarzıdır. Müterafik (ortak) kusur kasdi olabileceği gibi, ihmal şeklinde de ortaya çıkabilir. Zarar görenin müterafik (ortak) kusuru tespit edilirken, aynen zarar verenin kusurunda olduğu gibi objektif kusur kriterlerine başvurulmalı, yani objektifleştirilmiş kusur kavramı esas alınmalıdır. Zarar görenin müterafik kusuru illiyet bağını kesecek yoğunlukta ise zarar veren sorumluluktan kurtulacak ve tazminat ödemeyecektir. Buna karşılık zarar görenin müterafik (ortak) kusuru bu yoğunlukta değilse ortak sebep olarak tazminattan indirim sebebi teşkil edecektir. Zira bu hâlde zarar görenin kusuru, diğer ortak sebepler arasında kısmi bir sebep olarak zararın doğmasına veya artmasına katkıda bulunmuştur (Eren, F.; Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 2017, s. 791). 23. Başka bir deyişle zarar görenin davranışının illiyet bağını kesecek yoğunlukta olup olmadığı tespit edildikten sonra zarar görenin müterafik (ortak) kusuru belirlenerek sorumluluk paylaştırılıp tazminattan indirim yapılacaktır. 24. 6098 sayılı TBK’nın 52. maddesinin 1. fıkrası zarar görenin sadece kusurundan söz etmekte ise de bazı hâllerde zarar görenin kusursuz davranışı da zararın ortak sebebi olabilmektedir. 25. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; İzmir 7. Asliye Ceza Mahkemesinin 2013/256 E. sayılı dosyasında; Necla Yılmaz'ın katılan, ...'in sanık olarak yargılandığı, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının 27.02.2013 tarihli ve 2013/7791 sayılı iddianamesi ile sanığın başkasına ait banka veya kredi kartının izinsiz kullanılması suretiyle yarar sağlama suçundan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK)’nun 245/1 ve 53/1-2 maddeleri uyarınca cezalandırılması talebiyle dava açıldığı, sanığın suça konu kartı, kart sahibinin rızası dışında kullandığı kabul edilerek katılana ait Finansbank Bornova Şubesinden verilme kredi kartını bir şekilde ele geçirerek değişik yerlerden toplam 19.089,00TL’lik harcama yapmak suretiyle banka ve kredi kartını kötüye kullanmaktan sabit olan eylemine uyan TCK’nın 245/1. maddesi gereğince cezalandırılmasına karar verildiği, verilen kararın Yargıtay 8. Ceza Dairesince onandığı görülmüştür. 26. Eldeki davada davacının kredi kartını kardeşine kullandırmak suretiyle kredi kartı sözleşmesine aykırı davranışta bulunduğu sabit olup, bu hususta Özel Daire ile yerel mahkeme arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır. Ancak kredi kartı hamili olan davacı, bankaya talimat vererek dönem içi harcamalarının 700,00TL'ye ulaşması hâlinde kendisine SMS ile bilgi verilmesini talep etmiş, dosya kapsamı ve kayıt altına alınan telefon görüşmelerinden talimatın varlığı belirlenmiştir. Davaya konu harcamalardan ilk harcama ... tarafından 18.01.2013 tarihinde 100,00TL olarak yapılmış, öncesinde davacının harcamaları ile birlikte 700,00TL'yi aştığı hâlde davacıya bilgi verilmemiştir. Davalı ... kredi kartı ile alışveriş yapmaya devam etmiş, davaya konu tutara ulaşılmıştır. Bu nedenle ... tarafından yapılan harcamalarda tüketici olan davacının talimatına rağmen banka tarafından bildirim yükümlülüğü yerine getirilmediğinden, banka kusurlu olarak zararın artmasına sebebiyet vermiştir. Banka tarafından SMS mesajı gönderilmesi hâlinde zararın büyümesi önleneceğinden, birer itimat kurumu olan bankaların objektif özen borcunun gereği olarak hafif kusurlarından dahi sorumlu bulunmaları karşısında davacının zararından sorumlu olduğu kabul edilmelidir. 27. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında kredi kartını kendi iradesi ile başkasına devredip kullandıran kart hamilinin bu kart ile yapılacak harcamalardan sorumlu olacağı, davalı bankaya atfı kabil kusur bulunmadığı, bu nedenle hükmün bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir. 28. Hâl böyle olunca; yerel mahkemece bankanın da kusurlu olduğuna yönelik verilen direnme kararı yerindedir. 29. Ne var ki, kusur oranı Özel Dairece incelenmediğinden, bu konuda inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir. Açıklanan nedenlerle; Direnme kararı yerinde olup kusur oranına ilişkin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın YARGITAY 19. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, HUMK’nın 440/III-1. maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 16.06.2020 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile karar verildi.

  • ARAÇTA OLUŞAN DEĞER KAYBI

    Geçirdiğiniz bir trafik kazası sebebiyle aracınızda hasar meydana gelmiş olabilir. Hasarın onarılması veya tamiri sonucunda aracın güncel değerinde bir düşüş olacaktır. Bu durum değer kaybı olarak nitelendirilmektedir. Geçirdiğiniz trafik kazasında kusursuz veya daha az kusurlu olduğunuz takdirde aracınızda oluşan değer kaybı bedelini karşı tarafın sigortasına başvuru yaparak talep edebilirsiniz. Sigortadan hiç cevap almadığınız veya olumsuz cevap aldığınızda değer kaybının tazmini için Sigorta Tahkim Komisyonuna başvuru yapabilirsiniz. Sigortadan yaptığınız başvuru neticesinde kısmen bir ödeme aldıysanız ancak değer kaybının daha fazla olduğunu düşünüyorsanız bu durumda da Sigorta Tahkim Komisyonuna başvuru yapılabilir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki tahkim başvurusu zorunlu bir yol olmayıp alternatif uyuşmazlık yollarından biridir. Değer kaybı talebi için mahkemelere de başvurulabilir. Bahsettiğimiz değer kaybı kalemi için gerek tahkim masrafları gerek tahkim yargılaması, mahkemelerce yapılan yargılamalardan daha ekonomik ve kısa sürdüğünden tarafımızca çoğunlukla tahkim başvurusu tercih edilmektedir.

  • Parmak İzi Tarama Sistemi" İle Mesai Takibi Uygulamasını, Özel Hayatın Gizliliği, Açık Rıza

    DANIŞTAY 5. DAİRE Esas Numarası: 2013/5342 Karar Numarası: 2013/9525 Karar Tarihi: 10.12.2013 EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİNDE PARMAK İZİ SİSTEMİYLE YÜRÜTÜLEN MESAİ TAKİBİ UYGULAMASININ SONLANDIRILMASI İSTEMİ Mesai Kontrol Sisteminin Şekli ve İçeriği Dikkate Alındığında, Bu Uygulama İle Kurumca Amaçlanan Kamu Yararı Arasında Orantılılık Bulunmadığı - Bu Uygulamanın Anayasal İlke Olan Ölçülülük İlkesine Aykırılık Teşkil Ettiği - Temel Hak ve Hürriyetlerin Ancak Kanunla Sınırlanabileceği - Kişisel Verilerin Ancak Kanunda Öngörülen Hallerde veya Kişinin Açık Rızasıyla İşlenebileceği - Personelden Kişisel Veri Alınması Kapsamında Olan "Parmak İzi Tarama Sistemi" İle Mesai Takibi Uygulamasının, Kamusal Alanda da Olsa "Özel Hayatın Gizliliği" İlkesi Kapsamında Bulunduğu - Uygulamanın Sınırlarını Usul ve Esaslarını Gösteren Bir Yasal Dayanağının Bulunmadığı - Toplanan Verilerin İleride Başka Bir Şekilde Kullanılamayacağına Dair Bir Güvencenin Mevcut Olmadığı - Anayasal İlkelerle Bağdaşmayan Dava Konusu İşlemin Hukuka Aykırı Olduğu PARMAK İZİ TARAMA SİSTEMİ İLE MESAİ TAKİBİ UYGULAMASININ ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİ İLKESİ KAPSAMINDA BULUNDUĞU Mesai Kontrol Sisteminin Şekli ve İçeriği Dikkate Alındığında, Bu Uygulama İle Kurumca Amaçlanan Kamu Yararı Arasında Orantılılık Bulunmadığı - Bu Uygulamanın Anayasal İlke Olan Ölçülülük İlkesine Aykırılık Teşkil Ettiği - Temel Hak ve Hürriyetlerin Ancak Kanunla Sınırlanabileceği - -Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Parmak İzi Sistemiyle Yürütülen Mesai Takibi Uygulamasının Sonlandırılması İstemi kişisel Verilerin Ancak Kanunda Öngörülen Hallerde veya Kişinin Açık Rızasıyla İşlenebileceği - Uygulamanın Sınırlarını Usul ve Esaslarını Gösteren Bir Yasal Dayanağının Bulunmadığı - Toplanan Verilerin İleride Başka Bir Şekilde Kullanılamayacağına Dair Bir Güvencenin Mevcut Olmadığı - Anayasal İlkelerle Bağdaşmayan Dava Konusu İşlemin Hukuka Aykırı Olduğu - Özeti: Olayda, personelden kişisel veri alınması kapsamında olan "parmak izi tarama sistemi" ile mesai takibi uygulamasının, kamusal alanda da olsa "özel hayatın gizliliği" ilkesi kapsamında bulunduğunun anlaşılması karşısında; uygulamanın sınırlarını usul ve esaslarını gösteren bir yasal dayanağının bulunmaması, toplanan verilerin ileride başka bir şekilde kullanılamayacağına dair bir güvencenin mevcut olmaması göz önüne alındığında, yukarıda belirtilen temel haklar ve Anayasal ilkelerle bağdaşmayan dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Konya 1. İdare Mahkemesi'nce verilen 07/02/2013 günlü, E:2012/417, K:2013/119 sayılı kararının dilekçede yazılı nedenlerle temyizen incelenerek bozulması isteminden ibarettir. Cevabın Özeti: Temyiz isteminin reddi gerektiği yolundadır. Danıştay Tetkik Hakimi: Jale Kalay Düşüncesi: Mesaiye devamı kontrol amacıyla kurum personelinden parmak izi uygulaması, niteliği itibariyle kişisel veri alınması olduğundan, kamusal alanda da olsa "özel hayatın gizliliği" ilkesi kapsamında bulunmaktadır. TC Anayasası'nın 20. maddesinin 3. fıkrasında yer alan düzenlemeye uygun olarak kişisel verilerin korunmasına ilişkin yasal düzenleme halihazırda bulunmadığından, mesai takibinin parmak izi yöntemiyle yapılmasında, uygulamanın sınırlarını, usul ve esaslarını gösteren bir yasal dayanağının bulunmaması, toplanan verilerin ileride başka bir şekilde kullanılamayacağına dair bir güvencenin mevcut olmaması göz önüne alındığında, temel haklar ve Anayasal ilkelerle bağdaşmayan dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle temyiz isteminin kabulü ile İdare Mahkemesi kararının bozulması gerektiği düşünülmüştür. TÜRK MİLLETİ ADINA Hüküm veren Danıştay Beşinci Dairesince işin gereği düşünüldü: Dava, davacı Sendika tarafından, Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde parmak izi sistemiyle yürütülen mesai takibi uygulamasının sonlandırılması istemiyle 06/02/2012 tarihli dilekçe ile yapılan başvurunun reddine ilişkin 22.02.2012 tarih ve 3259 sayılı Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekimliği işleminin iptali istemiyle açılmıştır. Konya 1. İdare Mahkemesi'nce verilen 07/02/2013 günlü, E:2012/417, K:2013/119 sayılı kararıyla; çalışma saatlerine uyma mecburiyeti bulunduğu tartışmasız olan kamu görevlilerinin mesaiye riayet edip etmediklerini izlemekle yükümlü olan davalı idarece, daha önce denenip verim alınamayan kart okutma yönteminden vazgeçilerek öteden beri uygulanmakta olan imza sistemiyle birlikte, kurum çalışanlarının mesaiye devamlarının takibi için en uygun ve elverişli yöntem olarak belirlenen ve bu sistemi seçme hususunda personele herhangi bir zorunluluk da getirilmeyen parmak tarama yöntemiyle mesai takibine geçilmesi üzerine, dava konusu işlemde hukuka ve mevzuata aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle dava reddedilmiştir. Davacı Sendika, böyle bir uygulamanın yasal dayanağının bulunmadığını ve insan haklarına aykırı olduğundan bahisle dava konusu işlemin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmekte ve İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir. Anayasa'nın "Temel Hak ve Hürriyetlerin Niteliği" başlıklı 12. maddesinde; "Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder." hükmüne, "Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması" başlıklı değişik 13. maddesinde, "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." hükmüne, "Özel Hayatın Gizliliği" başlıklı değişik 20. maddesinde ise, "Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir, özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hakim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kağıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hakimin onayına sunulur. Hakim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar. Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir." hükmüne yer verilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin "Özel Hayatın ve Aile Hayatının Korunması" başlıklı 8. maddesinde, herkesin özel ve aile yaşamına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahip olduğu, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin "Mahremiyet Hakkı" başlıklı 17. maddesinde de, hiç kimsenin özel ve aile yaşamına, konutuna veya haberleşmesine keyfi veya hukuka aykırı olarak müdahale edilemeyeceği; onuru veya itibarının hukuka aykırı saldırılara maruz bırakılamayacağına, herkesin bu tür saldırılara veya müdahalelere karşı hukuk tarafından korunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 99 ve devam eden maddelerinde Devlet memurlarının çalışma saatleri ile günlük çalışma saatlerinin başlama ve bitme saatlerinin tespitine yönelik düzenlemelere yer verilmiş olmakla birlikte, kamu görevlilerinin mesaiye devam durumlarının kontrolü konusunda ayrıntılı bir yasal düzenleme mevzuatımızda bulunmamaktadır. İdarelerce, gelişen teknolojinin kamu hizmetlerinin etkin ve verimli yürütülmesini kolaylaştırıcı etki sağlaması amacıyla, kamu kesiminde kullanılmaya başlamasını doğal karşılamak gerekir. Ancak; teknolojinin kullanılarak kişisel verilerin kayıt altına alınması uygulamasının yukarıda belirtilen hükümlere uygun olması gerektiği kuşkusuzdur. Personelin parmak izi tarama sistemi ile mesai kontrolünün yapılması durumunun, temel hak ve hürriyetler içerisinde sayılan özel hayatın gizliliği ilkesi kapsamında kişisel bilgi veya kişisel verilerin alınması kavramları içinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Mesai kontrol sisteminin şekli ve içeriği dikkate alındığında, sözü edilen uygulama ile kurumca amaçlanan kamu yararı arasında orantılılık bulunmadığından bu uygulama, anayasal ilke olan ölçülülük ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Anayasa'nın 13. maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceği, değişik 20/3 maddesinde de, kişisel verilerin ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebileceğinin belirtildiği, ancak konuyla ilgili bu aşamada yasal bir düzenlemenin yapılmadığı anlaşılmaktadır. Olayda, personelden kişisel veri alınması kapsamında olan "parmak izi tarama sistemi" ile mesai takibi uygulamasının, kamusal alanda da olsa "özel hayatın gizliliği" ilkesi kapsamında bulunduğunun anlaşılması karşısında; uygulamanın sınırlarını usul ve esaslarını gösteren bir yasal dayanağının bulunmaması, toplanan verilerin ileride başka bir şekilde kullanılamayacağına dair bir güvencenin mevcut olmaması göz önüne alındığında, yukarıda belirtilen temel haklar ve Anayasal ilkelerle bağdaşmayan dava konusu işlemde hukuka uyarlık, davanın reddi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmadığı anlaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulüyle Konya 1. İdare Mahkemesi'nce verilen 07/02/2013 günlü, E:2012/417, K:2013/119 sayılı kararın 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 49. maddesinin l/b fıkrası uyarınca bozulmasına, aynı maddenin 3622 sayılı Kanunla değişik 3. fıkrası gereğince ve yukarıda belirtilen hususlar da gözetilerek yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, 10.12.2013 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

  • COVID-19 AŞISININ ZORUNLU TUTULMASI HUKUKEN MÜMKÜN MÜDÜR?

    Kişilere, aydınlatılmış onam kapsamında rızaları alınmadan aşı yapılması hukuka uygun değildir. Müdahale öncesi yeterli bilgilendirme yapılmalı, sonrasında açık rıza gösterildiği takdirde aşı yapılmalıdır. Aksi takdirde Anayasada 'Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı' başlıklı madde 17 gereği yapılan müdahale hukuka aykırı olacaktır. Anayasa madde 17'ye göre: ''Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz.'' Anayasa madde 17, tıbbi zorunluluk ve kanunda yazılı haller dışında diyerek vücut bütünlüğüne bir istisna getirmiştir. Ancak herkesçe bilindiği üzere zorunlu aşı tartışmaları sıkça gündeme gelmektedir. Bu durum zorunlu olarak Covid 19 aşısı uygulamasının olup olmayacağı konusunda kafaları karıştırmaktadır. Öncelikle hukukumuzda yer alan zorunlu aşı uygulamasının varlığından bahsetmemiz gerekmektedir. 1930 tarihli 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun aşılarla ilgili 57, 64,72, 87 ve 89. maddeleri mevcut olup 57. maddede belirli hastalık türleri zikredilmiştir. Bunlardan birkaçını veba, çiçek, dizanteri, kızamık, kudurmuş veya kuduz şüpheli bir hayvan tarafından ısırılmalar şeklinde sayabiliriz. 72. maddede ise 57. maddede sayılan hastalıklardan birinin ortaya çıkması veya ortaya çıkmasından şüphe edilmesi halinde aşı tedbirine başvurulabileceğinden bahsedilmiştir. Ancak fark edildiği üzere Umumi Hıfzıssıhha Kanunu 57. maddede sayılan hastalıklar arasında covid salgını yer almamaktadır. O halde yukarıda izah ettiğimiz üzere Anayasa madde 17'de zikredilen kanunilik unsuru oluşmadığından Covid 19 aşısı zorunlu olarak uygulanamayacağını söyleyebiliriz. Zorunlu aşılarla ilgili olarak Anayasa Mahkemesine birçok kez başvuru yapılmıştır. Bunlardan biri de Halime Sare Aysal kararıdır. Karardan özetle; velayet altında bulunan başvurucuya bebeklik dönemi aşılarının uygulanması ebeveyn tarafından kabul edilmediği hâlde bu hususta Mahkemece sağlık tedbiri uygulanmasına karar verilmesi nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlali iddiasına ilişkin başvuru yapılmıştır. Anayasa mahkemesi, başvuruya konu müdahalenin kanunilik şartını sağlamadığı sebebiyle başvurucunun Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. Ancak AİHM AYM'den farklı görüşte olup zorunlu aşı uygulamalarında bireyin sağlığından ziyade toplum sağlığının üstün olduğunu savunmuştur. 08/04/2021 karar tarihli bir başvurudan özetle, başvurucuya 13 ve 14 yaşlarındaki iki çocuğunu ulusal hukukun gerektirdiği üzere çocuk felci, hepatit B ve tetanoza karşı aşılatmaya getirmediğinden dolayı toplamda 110 avroya karşılık para cezası verilmiştir. Mahkemece, 'Çocukların aşılanması kendi başına, hassas ahlaki veya etik meselelere yol açmamakla birlikte; AİHM, aşılamanın yasal yükümlülük meselesi yapılmasının buna neden olabileceğini, bu hassasiyet, aşı yükümlülüğünden farklı fikirde olanların bakış açısıyla sınırlı olmadığını belirtmiştir. Yükümlülüğün amacı, belirli hastalıklar bakımından savunmasız durumda bulunan ve nüfusun kalanının aşı şeklindeki asgari bir riski onlar adına üstlenmesi istenen kişiler başta olmak üzere toplumun bütün üyelerinin sağlığını korumak olduğundan; çocukların aşılanmasının bir sosyal dayanışma değerini de içerdiğini belirtmiştir. Sağlık politikası meseleleri, ulusal makamların takdir yetkisine girmekte olup yukarıdaki mülahazaları dikkate alan ve yerleşik içtihatta yer alan ilkeler doğrultusunda çocukların aşılanmasının mecburi niteliğini ilgilendiren somut olayda, bu yetkinin geniş olması gerektiği görüşündedir. Başvuranların şikâyet ettiği tedbirlerin, davalı devlet tarafından aşı yükümlülüğü yoluyla güttüğü meşru amaçlarla makul bir orantılılık ilişkisinde olduğunu değerlendirmiştir...AİHM, karara bağlanacak meselenin, daha az kuralcı bir politikanın benimsenip benimsenemeyeceğini değil; ulusal makamların, denge kurarken bu husustaki geniş takdir yetkilerinin içinde kalıp kalmadıklarını belirlemek olduğuna açıklık getirmektedir. Bu noktada ulaştığı sonuç, ulusal makamların takdir yetkilerini aşmadıkları ve böylelikle şikâyet edilen tedbirlerin “demokratik bir toplumda gerekli” görülebileceği yönündedir. Görüleceği üzere AYM birey sağlığının üstün olduğunu ve şekilcilik açısından kanuniliği benimserken AİHM kamu sağlığını ve zorunlu aşı kapsamında devletlerin geniş takdir yetkisi olması gerektiğinden bahsetmiştir. KAYNAKLAR https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1845047 (Covid-19 Bağlamında Zorunlu Aşı Tartışmalarının Hukuki Boyutu, Sevtap Metin) https://blog.lexpera.com.tr/covid-19-asi-zorunlulugu-tartismalari-ve-is-iliskilerine-etkileri/#fnref13 (Covid 19 Aşı Zorunluluğu Tartışmaları ve İş İlişkilerine Etkileri, Av. Nil Merve Çelikbaş Şeker, Av. Ayşe Cansu Atmaca) https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/1789 https://hudoc.echr.coe.int/tur#{%22languageisocode%22:[%22TUR%22],%22appno%22:[%2247621/13%22,%223867/14%22,%2273094/14%22,%2219298/15%22,%2219306/15%22,%2243883/15%22],%22documentcollectionid2%22:[%22GRANDCHAMBER%22],%22itemid%22:[%22001-209731%22]}

  • SİGORTA TAHKİM KOMİSYONU

    Sigorta tahkim komisyonu, sigorta sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıkların çözümü amacıyla 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu ile kurulmuştur. Aynı Kanun'un 30. maddesine göre ''Sigorta ettiren veya sigorta sözleşmesinden menfaat sağlayan kişiler ile riski üstlenen taraf arasında sigorta sözleşmesinden doğan uyuşmazlıkların çözümü amacıyla Birlik nezdinde Sigorta Tahkim Komisyonu oluşturulur.'' şeklinde bir tanımlama da mevcuttur. Sigorta tahkim komisyonu, aslında alternatif uyuşmazlık yollarından biridir. Yani içerisinde bulunduğunuz ve sigortadan doğan hukuki bir uyuşmazlığı mahkeme dışında sigorta tahkim komisyonu aracılığı ile de çözebilirsiniz. Alternatif uyuşmazlık yolundan anlaşılması gerektiği üzere tahkim başvurusu zorunlu bir yol değildir. Taraflar mahkemeye başvurabilecekleri gibi isterlerse de sigorta tahkim komisyonuna başvuru yapabilirler. Ancak gerek tahkim masrafları gerek tahkim yargılaması, mahkemelerce yapılan yargılamalardan daha ekonomik ve kısa sürdüğünden çoğunlukla tahkim başvurusu tercih edilmektedir. Peki hangi uyuşmazlıklar için sigorta tahkim komisyonuna başvuru yapılır? Geçirdiğiniz bir trafik kazası sonucu aracınızda meydana gelen tüm zarar kalemleri için bu komisyona başvurabilirsiniz. Özellikle DEĞER KAYBI hususunda komisyona başvuru yapılmaktadır.

  • KHK İLE İHRAÇ EDİLEN MEMUR AÇIKTA İKEN EMEKLİ OLDUKTAN SONRA EMEKLİ İKRAMİYESİ ALABİLİR.

    ANKARA BÖLGE İDARE MAHKEMESİ 11. İDARİ DAVA DAİRESİ Esas Numarası: 2016/5387 Karar Numarası: 2017/10468 Karar Tarihi: 08.03.2017 İSTEMİN ÖZETİ: Davacı tarafından, Ankara 17. İdare Mahkemesince verilen 30.12.2015 tarih ve E:2015/973; K:2015/2742 sayılı kararın, hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek bozulması istenilmektedir. SAVUNMANIN ÖZETİ: Savunma verilmemiştir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Ankara Bölge İdare Mahkemesi 11. İdari Dava Dairesince, 2577 sayılı Yasa'nın değişik 45. maddesinin, geçici 8. madde uyarınca uygulanmasına devam olunan 6545 sayılı Kanunla değişmeden önceki hükmü gereği dava dosyası incelenerek gereği görüşüldü: Dava, farklı sosyal güvenlik kurumlarına tabi hizmet sürelerini birleştirmek suretiyle emekliye ayrılan ve 01.01.2015 tarihinde Emekli Sandığı tarafından emekli aylığı bağlanan davacı tarafından, Emekli Sandığına tabi hizmet süresi yönünden emekli ikramiyesi ödenmesi için yapılan başvurunun reddine ilişkin işlemin iptaline karar verilmesi istemiyle açılmıştır. İdare Mahkemesince, farklı sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak geçen hizmet süreleri 2829 sayılı Kanun hükümleri uyarınca birleştirilmek suretiyle Emekli Sandığından aylık bağlanan davacının, görevine son verilmiş olması ve bu nedenle Sandığa tabi olarak geçen hizmetinin kıdem tazminatı ödenmesini gerektirecek şekilde sona ermemiş olması nedeniyle, 5434 sayılı Kanunun 6270 sayılı Kanunla değişik 89/2.maddesi uyarınca ikramiye ödenmesine olanak bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Davacı tarafından, hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek Mahkeme kararının bozulması istenilmektedir. Dosyasının incelenmesinden; davacının Hava Kuvvetleri Komutanlığında kıdemli başçavuş olarak görev yapmakta iken 06.05.2011 tarihinde görevine son verildiği, görevine son verildiği tarih itibarıyla 5434 sayılı Kanuna tabi hizmet süresinin 21 yıl 2 ay fiili hizmeti ve 5 yıl 2 ay fiili hizmet süresi zammı olmak üzere toplam 26 yıl 4 ay olduğu, bu sürenin davacıya tek başına Emekli Sandığı tarafından aylık bağlanması için yeterli olduğu, davacının 21.12.2013-11.12.2014 tarihleri arasında 5510 sayılı Kanun'un 4. maddesinin 1-a bendi kapsamında 11 ay 20 gün özel sigortalı olarak çalıştığı, açıkta iken emeklilik talebinde bulunması üzerine 2829 sayılı Kanun uyarınca birleştirilmiş hizmet süresi üzerinden Emekli Sandığı tarafından emekli aylığı bağlandığı, Emekli Sandığına tabi olarak çalıştığı sürelere isabet eden emekli ikramiyesinin ödenmesi istemiyle yaptığı başvurunun reddedilmesi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. 5434 sayılı Kanun’un 26.01.2012 tarihli ve 28185 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6270 sayılı Kanunla değişik 89. maddesinin 1. fıkrasında, "Hizmet sürelerinin tamamı bu Kanun ve/veya 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun geçici 4 üncü maddesi kapsamında geçenlerden emekli, adi malullük veya vazife malullüğü aylığı bağlanan veyahut toptan ödeme yapılan asker ve sivil tüm iştirakçilere, her tam fiili hizmet yılı için aylık bağlamaya esas tutarın bir aylığı emekli ikramiyesi olarak verilir." kuralına, 2. fıkrasında ise "Birinci fıkra kapsamına girmemekle birlikte, bu Kanun ve/veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi kapsamında hizmeti bulunanlardan mülga 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden emeklilik, yaşlılık ya da malullük aylığı bağlananlara ise; bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerine tabi olarak bu Kanuna tabi daire, kuruluş ve ortaklıklarda geçen çalışmalarının, 25/8/1971 tarihli ve 1475 sayılı İş Kanununun 14 üncü maddesinde belirtilen kıdem tazminatına hak kazanma şartlarına uygun olarak sona ermiş olması şartıyla emekli ikramiyesi ödenir." kuralına yer verilmiştir. 5434 sayılı Kanun'un 6270 sayılı Kanunla değişik 89.maddesinin 1.fıkrası hükmüne göre, hizmetlerinin tamamı Sandığa tabi olarak geçen iştirakçilere yapılacak ikramiye ödemesinin, Sandığa tabi hizmetlerinin ne şekilde sona ermiş olmasına bakılmaksızın, Sandıktan aylık bağlanmış olması veya toptan ödeme yapılmış olması koşuluna bağlandığı, farklı sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak geçen hizmetleri birleştirilmek suretiyle aylık bağlananlara yapılacak ikramiye ödemesinin ise, aynı maddenin 2. fıkra hükmünde düzenlendiği ve Sandığa tabi hizmetin kıdem tazminatı ödenmesini gerektirecek şekilde sona ermiş olması koşuluna bağlandığı görülmektedir. Diğer taraftan, 5510 sayılı Kanun'un geçici 2.maddesinin son fıkrası hükmü uyarınca uygulanmasına devam olunan 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanunun 1.maddesinde, bu Kanunun amacı; çeşitli sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak geçen hizmet sürelerinin birleştirilmesi suretiyle ilgililerin sosyal güvenliklerinin sağlanması olarak belirtilmiş, aynı Kanunun, "Hizmet sürelerinin birleştirilmesi" başlıklı 4.maddesinde ise, farklı sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak geçen hizmet sürelerinin, bu Kanuna göre aylık bağlanmasına hak kazanıldığında birleştirileceği, ancak hizmet sürelerinin toplamının aylık bağlanmasına yeterli olmaması halinde, bu Kanun hükümlerinin uygulanmayacağı hükme bağlanmıştır. Görüleceği üzere, 2829 sayılı Kanunun amacının; herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna tabi olarak geçen hizmet süreleri tek başına aylık bağlanmaya yeterli olmayan sigortalıların, bu hizmet sürelerinin, varsa diğer sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak geçen hizmet süreleriyle birleştirilmek suretiyle sosyal güvenliklerine kavuşturmak olduğu, Kanunun belirtilen amacı gözetildiğinde, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna tabi olarak geçen hizmet süresi, tek başına o kurumdan aylık bağlanmasına yeterli olması halinde, bu sürenin, diğer sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak geçen hizmet süreleriyle birleştirilmesinin, ilgilinin iradesi ve talebine bağlı olması gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır. Dolayısıyla, hizmetlerinin tamamı Sandığa tabi olarak geçen ve hizmeti, kıdem tazminatı ödenmesini gerektirecek şekilde sona ermemiş olan Sandık iştirakçilerine 5434 sayılı Kanunun 89/1. maddesine göre koşulsuz ikramiye ödenirken, Sandığa tabi hizmeti tek başına Sandıktan aylık bağlamaya yeterli olduğu halde, fazladan, diğer bir ifadeyle hiç ihtiyacı yokken hizmetleri birleştirilmek suretiyle Sandıktan aylık bağlanan iştirakçilerin, Sandığa tabi hizmetinin kıdem tazminatı ödenmesini gerektirecek şekilde sona ermediğinden bahisle ikramiyeden yoksun bırakılmasının, eşitliğe ve hakkaniyete aykırılık oluşturacağı açıktır. Buna göre, davacıya, farklı sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak geçen hizmet süreleri birleştirilmek suretiyle aylık bağlanmış olmakla birlikte, davacının Emekli Sandığına tabi olarak geçen hizmet süresinin tek başına Sandıktan aylık bağlanmaya yeterli olması, başka bir anlatımla, hizmet süreleri birleştirmeye tabi tutulmamış olsa dahi, Sandıktan aylık bağlanabilecek konumda bulunması karşısında, Sandığa tabi hizmetinin ne şekilde sona ermiş olmasına bakılmaksızın, 5434 sayılı Kanunun 89/1.maddesi hükmü uyarınca, ikramiye ödemesinden yararlandırılması gerekmektedir. Bu itibarla, Emekli Sandığına tabi hizmet süresi emekli aylığı bağlanması için yeterli olan davacıya, 5434 sayılı Kanun'un 89. maddesinin 1. fıkrası uyarınca emekli ikramiyesi ödenmesi gerekirken, istemin reddi yolunda tesis edilen işlemde ve bu işlemin iptali istemiyle açılan davanın reddi yolundaki Mahkeme kararında hukuka uygunluk görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, itirazın KABULÜNE, Ankara 17. İdare Mahkemesince verilen 30.12.2015 tarih ve E:2015/973; K:2015/2742 sayılı kararın BOZULMASINA, dava konusu işlemin İPTALİNE, aşağıda dökümü yapılan 232,20-TL yargılama gideri ile kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca belirlenen 990,00-TL vekalet ücretinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine, itiraz aşamasında alınmaması gereken 29.20 -TL karar harcı ile posta gideri avansından varsa artan miktarın kararın kesinleşmesinden sonra istemi halinde davacıya iadesine, kararın tebliğini izleyen günden itibaren 15 gün içerisinde Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 08.03.2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

  • EVLİLİK BİRLİĞİNİN TEMELİNDEN SARSILMASI, AKIL HASTALIĞI, BOŞANMA DAVASI

    YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ 3075/7120 31.05.2018 Davacı kadın evlilik birliğinin sarsılması (TMK m.166/1) hukuki sebebine dayalı olarak açtığı boşanma davasını 28.12.2015 tarihli duruşmada ve 28.01.2016 tarihli dilekçesi ile ıslah ederek akıl hastalığı (TMK m.165) sebebiyle boşanmaya karar verilmesini istemiştir. Akıl hastalığı sebebiyle boşanmaya karar verilebilmesi için, akıl hastalığının ortak hayatı diğer eş için çekilmez hale getirmesi ve hastalığın geçmesine olanak bulunmadığının resmi sağlık kurulu raporuyla tespit edilmesi şarttır (TMK m.165). Mahkemece akıl hastalığı hukuki sebebi ile boşanmaya (TMK m.165) karar verilmiş ise de; ?Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Bilirkişi Kurulundan alınan 23.10.2014 tarihli sağlık kurulu raporunda, davalının akıl hastalığının geçmesine olanak bulunmadığı yönünde herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. Bu durumda alınan rapor, TMK m.165 kapsamı karşısında yetersiz olup hüküm vermeye elverişli değildir. O halde davalı erkek hakkında tam teşekküllü devlet hastanesi veya üniversite hastanesinden TMK m.165 gereğince, davalı erkeğin akıl hastası olup olmadığı, mevcut bir hastalık varsa bu hastalığın diğer eş yönünden çekilmezlik unsuru taşıyıp taşımadığı ve hastalığın geçmesine olanak bulunup bulunmadığı konusunda sağlık kurulundan rapor alınarak, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeyle karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.

  • AKIL HASTASI OLAN KİŞİNİN EVLENMESİ, BOŞANMA DAVASI

    • EVLİLİĞİN MUTLAK BUTLAN SEBEBİYLE İPTALİ DAVASI • AKIL HASTASI OLAN KİŞİNİN EVLENMESİ • BOŞANMA DAVASI • BEKLETİCİ MESELE o TÜRK MEDENİ KANUNU (TMK) (4721) Madde 133 o TÜRK KANUNU MEDENİSİ (MÜLGA) (743) Madde 89 Hukuk Genel Kurulu 2015/167 E. , 2015/1328 K. "İçtihat Metni" Taraflar arasındaki “evlenmenin iptali, boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Küçükçekmece 1. Aile Mahkemesince asıl dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına, karşılık davanın kabulüne dair verilen 28.06.2011 gün ve 2010/987 E., 2011/674 K. sayılı kararın incelenmesi davacı/davalı(koca) vekilinin tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 28.05.2012 gün ve 2011/18124 E., 2012/14211 K. sayılı ilamı ile; (...1-Davalı-davacı kadın tarafından açılan dava, evliliğin mutlak butlan sebebiyle iptali isteğine ilişkindir. Mutlak butlan sebebi olarak davacının evlenme sırasında ayırt etme gücünden yoksun ve evlenmeye engel olacak derecede akıl hastası olduğu gösterilmiştir (TMK. m. 145/2-3). Davacı-davalı kocanın kısıtlanmasına ilişkin vesayet dosyasında alınan Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı Hastalıkları Hastanesi raporu 29.11.2011 tarihlidir. Bu rapor, 29.11.2011 tarihinde yapılan muayeneye dayanmakta olup, hafif derecede mental retardasyon tanısı konulduğu, tespit edilen bu hastalık nedeniyle davalıya vasi tayini gerektiği bildirilmiştir. Alınan bu rapor davalının evlenme tarihindeki durumuyla ilgili bir bilgiyi içermemektedir. Dosyada davacı-davalı kocanın evlenme sırasındaki akli durumu hakkında bir bilgi ve rapor bulunmamaktadır. Mahkemece, davacı-davalı kocanın evlenme akdinin yapıldığı 21.04.2006 tarihinde sürekli bir sebeple ayırt etme gücünden yoksun olup olmadığı ve evlenmeye engel olacak derecede akıl hastalığının bulunup bulunmadığı hususu tıbben belirlenip sonucu uyarınca karar verilmesi gerekirken eksik incelemeyle hüküm kurulması doğru bulunmamıştır. 2-Davacı-davalının vasisi tarafından açılan boşanma davasına yönelik temyize gelince; Davalı-davacı kadın tarafından açılan mutlak butlan sebebiyle evliliğin iptali davası, boşanma davası açısından bekletici sorun oluşturur. Mahkemece yapılacak iş, mutlak butlan sebebiyle evliliğin iptali davasının tefrik edilerek sonucu beklendikten sonra boşanma davası hakkında olumlu ya da olumsuz karar vermek gerekirken yazılı gerekçe ile hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır....) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. TEMYİZ EDEN: Davacı/davalı(koca) vekili HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Asıl dava boşanma, karşılık dava mutlak butlan hukuksal nedenine dayalı evlenmenin iptali istemine ilişkindir. Davacı/karşı davalı(koca) vekili, evlilik birliğinin temelinden sarsıldığını belirterek tarafların boşanmalarına karar verilmesini istemiştir. Davalı/karşılık davacı(kadın) vekili, davacı/karşı davalı(koca)nın evlenme akdinin yapıldığı sırada akıl hastası olması nedeniyle ehliyetsiz bulunduğunu belirterek, mutlak butlan nedeniyle evlenmenin iptalini istemiştir. Yerel Mahkemece, boşanma davası vasi tarafından açılamayacağından asıl dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına, karşılık davanın kabulü ile evliliğin iptaline karar verilmiştir. Davacı/karşılık davalı(koca) vekilinin her iki dava yönünden kararı temyizi üzerine Özel Dairece; yukarıda açıklanan gerekçelerle hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Yerel Mahkemece; Özel Dairenin söz konusu sağlık kurulu raporunu 29/11/2011 tarihli olarak kabul etmesi nedeniyle kararı bozduğu, ancak rapor tarihinin 29/11/2001 olduğu, taraflar evlenirken herhangi bir rahatsızlıktan bahsetmemeleri nedeniyle sağlık raporunun düzenlendiği, ancak davalının 2001 yılı ve daha öncesinden itibaren evlenmeye engel akıl hastalığının bulunduğu, gerekçesiyle evliliğin iptali davasına yönelik bozma nedenine direnilmiştir. Direnme kararı davacı/karşılık davalı(koca) vekili tarafından temyiz edilmiştir. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulunun önüne gelen uyuşmazlık; davacı/karşılık davalı (koca)nın evlenmeye engel olacak derecede akıl hastası olduğu iddiasıyla, mutlak butlan hukuksal nedenine dayalı olarak açılan evlenmenin iptali davasında, evlenme tarihinden önce vesayet davasına esas olmak üzere 29.11.2001 tarihinde alınan raporun yeterli görülüp görülmeyeceği, evlenme akdinin yapıldığı 21.04.2006 tarihinde davacı/davalı(koca)nın sürekli bir sebeple ayırt etme gücünden yoksun olup olmadığı ve evlenmeye engel olacak derecede akıl hastalığının bulunup bulunmadığı hususunda ayrıca rapor alınmasının gerekip gerekmediği noktalarında toplanmaktadır. Uyuşmazlığın çözümü için kesin evlenme engellerinden olan “akıl hastalığı” kavramı üzerinde durulması gerekmektedir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu(TMK)’nun 133 üncü maddesi "akıl hastaları, evlenmelerinde tıbbi sakınca bulunmadığı resmi sağlık kurulu raporuyla anlaşılmadıkça evlenemezler" hükmünü içermektedir. Bu hükümden anlaşılacağı üzere, akıl hastalığı kural olarak kesin evlenme engellerinden biridir. Ancak bu engel her türlü akıl hastalığını kapsamamaktadır. Gerçekten, mevcut akıl hastalığının evlenme bağlamında herhangi bir sakınca doğurmayacağı resmi sağlık kurulu raporuyla belgelendiği takdirde, bu hastalığa yakalanmış olan bir kişinin evlenmesine engel olunamayacaktır. Mülga 743 sayılı Medeni Kanun(eMK)’un 89 uncu maddesinin ikinci fıkrasında "akıl hastalıklarından birine müptela olan kimse asla evlenemez" demek suretiyle akıl hastalığını kesin evlenme engeli saymıştı. Buna benzer bir hükmü Evlendirme Yönetmeliği (m.14) ile Umumi Hıfzıssıhha Kanunu (Genel Sağlığı Koruma Kanunu) da içermektedir(m.123). Anılan madde ile ayırt etme gücünü kaldırıp kaldırmadığına bakmaksızın her türlü akıl hastalığı kesin evlenme engeli ve yasağı kabul edilmişti. Oysa tıp verilerine göre, akıl hastalıklarının hepsi ayırt etme gücünü mutlaka da ortadan kaldırmaz. Başka bir deyişle, her akıl hastasının ayırt etme gücünden mutlaka yoksun olduğu söylenemez. Nitekim sara (epilepsi) veya melankoli gibi bazı hastalıklar akıl hastalığı sayıldığı halde, bunlardan birine yakalanmış olanlar, ayırt etme gücünden hiç bir zaman sürekli olarak yoksun değildirler(Akıntürk, Turgut/Ateş Karaman, Derya: Türk Medeni Hukuku: Aile Hukuku, C. 2, 14. Baskı, Beta Yayınevi, İstanbul 2012, s.78-79). Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; davalı/davacı(kadın) tarafından açılan davada, evliliğin mutlak butlan sebebiyle iptali istenmiş olup, mutlak butlan sebebi olarak davacı/davalı(koca)nın evlenme sırasında ayırt etme gücünden yoksun ve evlenmeye engel olacak derecede akıl hastası olduğu ileri sürülmüştür. Yerel mahkemece yapılan yargılama sonunda Küçükçekmece Sulh Hukuk Mahkemesinin 2001/2279 Esas sayılı vesayet dosyasında, Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesinin 29.11.2001 tarih ve 2001/6546 sayılı Sağlık Kurulu Raporu ile davacının akıl hastası olduğunun tespit edildiği, dolayısıyla davacının, evlilik aktinin yapıldığı sırada ve halen ayırt etme gücünden yoksun olduğu ve evlenmeye engel olacak derecede akıl hastalığının bulunduğu gerekçesi ile evliliğin iptaline karar verilmiştir. Az yukarda belirtildiği üzere akıl hastalığı kural olarak kesin evlenme engellerinden biridir. Ancak bu engel her türlü akıl hastalığını kapsamamaktadır. Mevcut akıl hastalığının evlenme bağlamında herhangi bir sakınca doğurmayacağı resmi sağlık kurulu raporuyla belgelendiği takdirde, bu hastalığa yakalanmış olan bir kişinin evlenmesine engel bulunmamaktadır. Bu nedenle evlenme tarihinden önce vesayet dosyasında alınan rapor davacının evlenme tarihi itibariyle evlenmesine engel olacak şekilde akıl hastalığının bulunup bulunmadığına ilişkin bir bilgiyi içermemektedir. Hal böyle olunca; mahkemece, davacı/davalı(koca)nın evlenme akdinin yapıldığı 21.04.2006 tarihinde sürekli bir sebeple ayırt etme gücünden yoksun olup olmadığı ve evlenmeye engel olacak derecede akıl hastalığının bulunup bulunmadığı hususu tıbben belirlenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik incelemeyle hüküm kurulması doğru bulunmamıştır. Yukarıda açıklanan olgular gözden uzak tutularak, eksik araştırma ve inceleme sonucunda, dosya içeriğine uymayan gerekçelerle, evliliğin iptaline karar verilmesi ve Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen bozma ilamına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. S O N U Ç : Davacı/davalı(koca) vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 13.05.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

  • ESTETİK MÜDAHALELER, HEKİMİN TAZMİNAT SORUMLULUĞU, HEKİMİN AYDINLATMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ

    YARGITAY 3.Hukuk Dairesi 14.10.2014, Taraflar arasında görülen manevi tazminat davasının yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hükmün temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması davacı vekili tarafından istenilmekle; taraflara yapılan tebligat üzerine duruşma için tayin olunan günde temyiz eden davacı vekili Av. İ.. D.. A.. ile temyiz eden davalılar vekili Av. G.. G.. geldi.Gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için saat 14.00'e bırakılması uygun görüldüğünden, belli gün ve saatte dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı vekili dava dilekçesinde; Türk Hava Yolları VIP bölümünde çalışan müvekkilinin, görevi gereği daima kısa kollu giymek zorunda kaldığı için kollarındaki tüylerin lazer epilasyonla giderilmesi için davalı M.. B..'ın ortağı ve yetkilisi olduğu davalı şirkete başvurduğunu, burada davalı estetisyen S.. H..'ın 03.09.2009 günü uyguladığı lazer epilasyon işleminden sonra müvekkilinin kollarında kızarıklıklar oluştuğunu, aynı gün bu kızarıklıkların yerini siyah yanıklara bıraktığını, müvekkilinin ertesi gün Internatıonal Hospital'a giderek Dermatoloji uzmanına muayene olduğunu, burada müvekkiline "omuz ve üst ekstremitenin 1. derece yanığı" teşhisi konulduğunu, müvekkilinin 17.09.2009 tarihinde gittiği Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastahanesinde de her iki kolda birinci derece yanık sekeli tanısı konulduğunu, müvekkilinin bu yanıklar nedeniyle acı çektiğini, kollarındaki yanıklardan utanarak uzun kollu ceket giymek zorunda kalması ve bunun Türk Hava Yolları Vıp bölümünde mevcut kılık kıyafet zorunluluğuna aykırılık teşkil etmesi nedeniyle üstlerinden ikazlar aldığını, meydana gelen yanık ve lekeler nedeniyle büyük üzüntü duyduğu ve acı çektiğini, uygulamadan beklediği sonucu elde edemeyerek hayal kırıklığına uğradığını iddia ederek; müvekkilinin uğradığı zararın tazmini için 35.000,00 TL manevi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalılar vekili cevap dilekçesinde; müvekkili M.. B..'ın davalı şirketin hissedarı olduğunu, limited şirket ortakları şirket borçlarından sorumlu tutulamayacağı için davalı M.. B.. yönünden davanın husumetten reddi gerektiğini, diğer taraftan davacının sedef hastası olduğu halde bunu müvekkilinden sakladığını, aynı gün davacının genital bölgesine de epilasyon yapılmasına rağmen o bölgede yanıklar meydana gelmediğini, davacının dirseklerinden yukarı bölgesine ve omuzlarına epilasyon uygulanmadığı halde her iki kolun tamamında ve omuzlarda yanık meydana gelmesinin bu yanıklarla epilasyon işleminin ilgisinin bulunmadığını gösterdiğini, talep edilen tazminat miktarının fahiş olduğunu savunarak; davanın reddine karar verilmesini dilemiştir. Mahkemece; Adli Tıp Kurumunun 26.07.2013 tarihli raporunda bulguların, lazerin beklenen bir komplikasyonu olduğunun belirtildiği, buna göre davacının kollarında küçük renk değişikliklerinin lazerin beklenen bir komplikasyonu olduğu, bu konuda davalı estetisyen ve hastanenin bir ihmal veya kusurunun olduğunun ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir. Dava; estetik amaçlı lazer uygulamasından meydana geldiği iddia olunan zararın tazmini için açılan manevi tazminat istemine ilişkindir. Tarafların açıklamaları ile dosyadaki bilgi ve belgeler birlikte değerlendirildiğinde; taraflar arasındaki akdi ilişkinin, TBK'nın 470 (BK. m. 355) ve devamı maddelerinde düzenlenen eser sözleşmesinden kaynaklandığı açıktır. Davacı taraf iş-eser sahibi; davalı taraf ise yüklenicidir. Eser sözleşmesinde, işin uzmanı sayılan yüklenici, yapımını yüklendiği işi, özen borcu gereği olarak fen ve sanat kurallarına, sözleşme hükümlerine, kendisine duyulan güvene ve beklenen amaca uygun şekilde yapmakla ödevlidir. Eser sözleşmesini diğer iş görme sözleşmelerinden ayıran önemli özelliklerinden birisi sonuç sorumluluğu, yani tarafların iradeleri doğrultusunda yüklenici tarafından bir sonucun meydana getirilmesi taahhüdüdür. Zira; eser sözleşmesinde bir eserin yaratılıp teslim edilmesi borcu altına girilmektedir. Bu borcun altına giren taraf yani yüklenici, işin mahiyeti gereği işi sadakat ve özenle yerine getirmek zorundadır. Sadakat borcu, yüklenicinin iş sahibinin yararına olacak şeyleri yapması ve ona zarar verecek her türlü eylemden kaçınmasıdır. Eserin, sözleşmede kararlaştırılan niteliklerine, ya da iş sahibinin beklediği amaca uygun olmaması veya lüzumlu bazı vasıflardan bir ya da bir kaçının bulunmaması halinde ayıplı ifa edildiğinin kabulü gerekir. Eser sözleşmesinde, yüklenici belli bir sonucu (eser) taahhüt ettiğinden sonuç gerçekleşirse, yüklenici borcunu ifa etmiş sayılır. Buna göre davalı yüklenici, davacı iş sahibinin zarar görmemesi için mesleki tüm şartları yerine getirmişse; somut durumun gerektirdiği tedbirleri noksansız biçimde almışsa, uygun tedaviyi belirleyip uygulamışsa, uygulanan tedavide nadirde olsa görülebilecek olumsuz sonuçlara dair davacıyı aydınlatıp uyarmış ve davacının bu hususta rızasını almışsa, eserini iş sahibi davacının ondan beklediği amaca uygun olarak tamamlayarak teslim etmişse ücrete hak kazanır. Eğer eserin iş sahibinin istediği şekilde gerçekleştirilmesi mümkün değilse, davalı yüklenicinin bu konuda öncelikle iş sahibini uyarma yükümlülüğü bulunmaktadır. Uyarının yapıldığı davalı iş sahibi tarafından ispatlanmalıdır. Bu bağlamda davalı yüklenicinin uygulama öncesi muhtemelen hasıl olabilecek sonuç ve komplikasyonlar hakkında iş sahibini bilgilendirmesi bir zorunluluktur. Bu durumda temyize konu uyuşmazlığın çözümü için öncelikle davalı yüklenicinin, eser sözleşmesini ifa etmeden önce, davacı iş sahibini ifadan sonra ortaya çıkan komplikasyonlar konusunda, yazılı olarak bilgilendirip, bilgilendirmediği hususunun araştırılıp, açıklığa kavuşturulması gerekir. Somut olayda mahkemece; yukarıda belirtilen hususlarda yeterli inceleme ve araştırma yapılmamış, Adli Tıp Kurumu'ndan alınan raporlar doğrultusunda hüküm kurulmuştur. Oysa bu raporlar hükme esas alınacak nitelikte değildir. Zira ilk raporda; davacının yapılan muayenesinde her iki kolda cilt renginde açık ve koyu alanları içeren çok sayıda küçük renk değişikliklerinin mevcut olduğu, bu durumun kişinin cilt hassasiyetine göre yüksek dozda veya aynı bölgeye bir kaç kere lazer uygulamasına bağlı olarak yanık oluştuğu ve yanığın zaman içinde normal seyri ile iyileştiği, şuandaki durumunda lazer tedavisi sonucu açısından yer yer renk değişikliklerine rağmen normal sınırlarda kabul edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Davacıya yüksek dozda veya aynı bölgeye birkaç kere lazer uygulaması yapılmasının davalının ihmal veya kusurundan kaynaklanıp kaynaklanmadığının belirlenmesi için Adli Tıp Kurumundan alınan 2. raporda ise bulguların, lazerin beklenen bir komplikasyonu olduğu ifade edilmiş; yüklenicinin, iş sahibine karşı yükümlülüklerini yasanın kendisine emrettiği ölçüde ifa edip etmediği noktasında herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Hal böyle olunca mahkemece, uygulanan işlemden davacının zarar görmemesi için davalı tarafın tüm şartları yerine getirip getirmediği; somut durumun gerektirdiği tedbirleri noksansız biçimde alıp almadığı, uygun işlem şeklini belirleyip belirlemediği, iş sahibini aydınlatma yükümlülüğünü tam olarak yerine getirip getirmediği, davacının beklediği amaca uygun olarak işi teslim edip etmediği, taahhüt edilen sonucu gerçekleştirip gerçekleştirmediği hususları üzerinde durularak öncelikle bu hususlarda tarafların tüm delillerinin toplanması, ardından Dermatolog bilirkişinin de bulunduğu uzman 3 kişilik bilirkişi heyetinden uygulamayı ve somut olayı tam olarak yansıtan, Yargıtay denetimine elverişli rapor alınıp; hasıl olacak sonuç dairesinde hüküm tesis edilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve eksik incelemeyle yetersiz raporlar doğrultusunda yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu husus hükmün davacı taraf lehine bozulmasını gerektirmiştir. Davalı vekilinin temyiz itirazlarına gelince; Davalı M.. B.., davalı yüklenici şirketin ortağıdır. Davalı şirket, limited şirket vasfında olup, şirket ortağı Mehmet Nuri'nin somut olayda sorumluluğu cihetine gidilemez. O halde mahkemece, davalı vekilinin husumet itirazının kabulü ile M.. B.. yönünden davanın husumetten reddi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu bu davalı yönünden de davanın esastan reddi doğru görülmemiş, bu açıdan hükmün davalı M.. B.. lehine bozulmasına karar verilmiştir. Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen her iki taraf için duruşma tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümlerine göre takdir edilen 1.100,00 TL vekâlet ücretinin yekdiğerinden alınıp yekdiğerine verilmesine ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 14.10.2014 tarihinde karar verilmiştir.

  • ESTETİK MÜDAHALE ESER SÖZLEŞMESİ NİTELİĞİNDEDİR. BEKLENMEYEN MÜDAHALE SONUCUNDAN HEKİM SORUMLUDUR.

    YARGITAY 15. HUKUK DAİRESİ Karar Tarihi: 03.03.2021 Taraflar arasındaki tazminat davasının bozma ilamına uyularak yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik verilen hüküm süresi içinde davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü. - K A R A R - Dava, eser sözleşmesi niteliğinde estetik amaçlı tıbbi müdahaleden kaynaklanmakta olup, mahkemece davanın reddine dair verilen karar davacı vekilince yasal süresi içerisinde temyiz edilmiştir. Davacı vekili, davalı ...’nın müvekkilini on beş yaş gençleşme vaadi ile yüz germe ameliyatı için ikna ettiğini, operasyonun 07.11.2013 tarihinde uygulandığını ve müvekkilinin 08.11.2013 tarihinde taburcu olduğunu, ne var ki, yüz germe ameliyatı neticesinde müvekkilinin yaşadığı hissizlik, batma ve duyma kaybı şikayetlerinin geçmediğini ileri sürerek, 6.400,00 TL maddi ve 6.000,00 TL manevi tazminatın 07.11.2013 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan tahsilini talep ve dava etmiştir. Davalı şirket vekili, aydınlatılmış onam formunda bütün olasılıklar konusunda davacının bilgilendirildiğini, operasyonun usulüne uygun yapıldığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiş, davalı doktor vekili ise cevap dilekçesinde, davacının yüzde kırışıklık ve çene altında yağ birikmesi şikayetleriyle kendisine başvurduğunu, ameliyatla ilgili tüm bilgilerin ayrıntılı şekilde verildiğini, ameliyatın tıbbi usullere uygun ve titizlikle yapıldığını, davacının son kontrol muayenesine gelmediğini ve herhangi bir şikayette bulunmadığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiş, mahkemece de Adli Tıp Kurumu’nun 22.03.2019 tarihli raporuna dayanılarak davanın reddine karar verilmiştir. Taraflar arasında düzenlenen sözleşme 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 470 ve devamı maddelerinde düzenlenen eser sözleşmesi niteliğindedir. Sözleşme ile davacıya estetik müdahalelerde bulunulması kararlaştırılmıştır. Davacı ile davalı arasındaki sözleşmenin niteliği itibariyle hekim ile hasta arasındaki tedaviye ilişkin sözleşmeden farklı olduğu ve eser sözleşmesi hükümlerinin uygulanması gerektiği anlaşılmaktadır. Eser sözleşmesini düzenleyen TBK'nın 470. maddesi uyarınca yüklenicinin edimi bir eser meydana getirmeyi, iş sahibinin edimi ise, karşılığında bedel ödemeyi üstlenmesidir. Eser sözleşmesinin niteliği gereği yüklenici sonucu garanti etmektedir. Komplikasyonlarda ise aydınlatma yükümlülüğü ve komplikasyon yönetiminin doğru yapılması yine yüklenicinin (hekimin) sorumluluğundadır. Davacı, yüz gerdirme ve çene altı yağ alma gayesiyle yani estetik amaçla davalıya başvurmuş olduğuna göre, estetik ameliyat yapılmak suretiyle istenilen ve kararlaştırılan amaca uygun güzel bir görünüm sağlanmasının taraflar arasındaki eser sözleşmesinin konusu olduğu açıktır. Burada sözleşme yapılmasının nedeni belli bir sonucun ortaya çıkmasıdır. Eser yüklenicinin sanat ve becerisini gerektiren bir emek sarfı ile gerçekleşen sonuç olup, yüklenici eseri iş sahibinin yararına olacak şekilde ve ona hiçbir zarar vermeden meydana getirmek yükümlülüğü altındadır. Somut olayda ise; mahkemece alınan Adli Tıp Kurumu’nun 22.03.2019 tarihli raporunda, kişinin isteği üzerine yapılan submental liposuction ve klasik yüz germe operasyonunun tekniğinin doğru olduğu, operasyondan sonra gelişen yanaklarda hissizlik ve elektrik çarpması hissinin her türlü dikkat ve özene rağmen yüz germe ameliyatlarından sonra gelişmesi beklenen durumlardan olduğu, zaman içerisinde bu yakınmaların gerileyebileceği, yapılan ameliyatın niteliği ve ameliyat sahası dikkate alındığında dava konusu operasyondan sonra geliştiği iddia olunan işitme kaybı ile operasyon arasında neden sonuç ilişkisinin kurulamadığı, dolayısıyla ilgili hekimin eylemlerinin tıp biliminin genel kabul görmüş ilke ve kurallarına uygun olduğu, sağlık hizmetlerinin yürütülmesinde idaresinin organizasyon hatasının tespit edilemediği belirtilmiş ve mahkemece de bu rapor gözetilerek dava reddedilmiş ise de; taraflar arasındaki sözleşmenin eser sözleşmesi niteliğinde olduğu ve yukarıda yapılan açıklamalar gözetildiğinde davacı yanın gerek yüz germe ve gerekse yağ dokusu alınması ile ilgili isteminin davalı doktor tarafından daha güzel bir görünüme kavuşturulacağı yönünde bir garanti verilmesi niteliğinde olduğu gözetildiğinde, hekimin eyleminin tıp kurallarına uygun olduğu yönündeki görüş yeterli olmayıp, ayrıca davacının isteklerinin karşılanıp karşılanmadığı, ayıplı olduğu iddia edilen yüz germe ve yağ dokusu alma ile ilgili olarak; hekimin edimini yerine getirip getirmediği ya da komplikasyon olup olmadığı, komplikasyon konusunda aydınlatma görevinin yerine getirilip getirilmediği ve komplikasyon yönetiminin doğru yapılıp yapılmadığı hususları tartışılıp değerlendirilmek üzere, aralarında üniversitelerden seçilecek akademik kariyere sahip Estetik Plastik ve Rekonstrüktif cerrahisi konusunda uzman 3 kişilik bilirkişi kurulu oluşturulmak suretiyle gerektiğinde davacı da muayene edilerek, dosyadaki belge ve bilgiler incelenerek alınacak rapora yapılacak itirazlar da dikkate alınıp hekim ve istihdam eden sıfatıyla davalı hastane işleticisinin sorumluluğu saptanıp, hasıl olacak sonuca uygun bir karar verilmelidir. Eksik inceleme ve yetersiz rapora dayanılarak karar verilmesi doğru olmamış, kararın bozulması uygun bulunmuştur. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün BOZULMASINA, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 03/03/2021 gününde oy birliğiyle karar verildi.

  • DİŞ HEKİMİNİN HUKUKA AYKIRI TIBBİ MÜDAHALESİ SONUCU MADDİ MANEVİ TAZMİNAT SORUMLULUĞU

    YARGITAY 15. HUKUK DAİRESİ Esas Numarası: 2017/1711 DİŞ TEDAVİSİNİN TIBBİ KURALLARA AYKIRI OLARAK YAPILMASI SONUCU MADDİ TAZMİNAT İSTEMİ DİŞ TEDAVİSİNİN TIBBİ KURALLARA AYKIRI OLARAK YAPILMASI SONUCU MANEVİ TAZMİNAT İSTEMİ Özeti: Uyuşmazlık tedavi amaçlı tıbbi müdahaleden kaynaklanmış olup, taraflar arasında vekâlet ilişkisinin mevcut olduğu, vekil olan doktorun sadakat ve özen borcunun bulunduğu, hükme esas alınan bilirkişi raporuna göre, tedavinin tıbbi usüllere ve kurallara aykırı yapıldığı anlaşıldığından, doktorun tedavi ücreti ve iş bedeline hak kazanmadığı gibi, yaptığı müdahale sonucu ortaya çıkan zararın giderilmesi için, davacı yeniden tedavi masrafı yapmış olduğundan, davalılara ödediği tedavi bedelinin tamamı ile vekâlet görevinin tam olarak yerine getirilmemiş olması nedeniyle. zararının giderilmesi için yapılması gereken tedavi masraflarını; yapıldığı yıl mahalli piyasa rayiçleri ile talep edebilir. Ayrıca davalıların özensiz ve tıbbi kurallara aykırı davranışları nedeni ile davacının cismani zarar gördüğü açık olup manevi tazminat istemekte haklıdır. Manevi tazminat adalete uygun olmalıdır. Bu para tutarı aslında ne ceza ne de tazminattır. Çünkü mamelek hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını amaç edinmediği gibi, kusurlu olana yalnız hukukun ihlalinden dolayı yapılan bir kötülük de değildir. Aksine zarara uğrayanda bir huzur duygusu uyandırmayı, aynı zamanda ruhi ızdırabın dindirilmesini amaç edindiğinden, tazminata benzer bir fonksiyonu da vardır. O halde bu tazminatın sınırı, onun amacına göre belirlenmelidir. Takdir edilecek miktar elde edilmek istenen tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gereken kadar olmalıdır. Yukarıda tarih ve numarası yazılı hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiş, davalılar vekili tarafından duruşma istenmiş ise de davetiye masrafı bulunmadığından duruşma isteğinin reddiyle incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verildikten ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki kağıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü: - K A R A R - Dava, tıbbi kurallara aykırı diş tedavisinden kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkin olup, mahkemece davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine dair verilen karar, taraf vekillerince temyiz edilmiştir. 1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere göre; davalıların tüm, davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir. 2-Davacının diğer temyiz itirazlarının incelenmesine gelince: davacı vekili; müvekkilinin çenesinin sağ kısmında ağzını hareket ettirdiğinde aradaki kemik çıkıyormuş gibi ses gelmesi nedeniyle, davalı doktorun medyada Profesör ünvanı kullanarak yaptığı reklamların da etkisiyle, onun çalışıp işlettiği, davalı şirkete ait muayenehaneye gittiğini, davalı doktorun müvekkiline; kökünde kist bulunan dişinin çekilip yerine greft konularak implant yapılması gerektiğini söyleyerek, yaptığı uygulama sonucunda, davacının sinüslerinden iltihap aktığını, davalıya ulaşamayınca, memleketindeki bir diş doktoruna danışıp antibiyotik aldığını, randevu günü davalı tarafından dikişleri alınarak bir kısım dişlerinin de kesilip, bir kısmının çekildiğini, muhasebeye gönderildiğinde 14 adet zirkonyum diş için 19.800,00 TL istendiğini, tedavi başlangıcında 6.000,00 TL'ye anlaştıkları için miktara itiraz edince, doktorun tedavi süreci ve bedeli hakkında bilgilendirmeyi unttuklarını, bu hata yüzünden kendisine işi 18.000,00 TL'ye yapacaklarını, isterse başkasına yaptırabileceğini, geçici diş parası da almayacağını söylediğini, müvekkiline vaad edilen tedavi yapılmadığı gibi, zorunluluk yok iken dişlerinin izinsiz çekilip kesildiğini, çenesinden ses gelmeye devam ettiğini, kesilen dişler nedeniyle de yemek yemekte acı ve güçlük çektiğini, sızlama ve hassasiyet olduğunu, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak şimdilik; yaptığı harcamalar için 7.000,00 TL maddi, 20.000,00 TL manevi tazminatın dava tarihinden yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken müteselsilen tahsilini istemiştir. Davalılar vekili; davacıya gerekli bilgilendirme ve uyarılar yapılarak, rızası alınıp gerekli tedavilerin yapıldığını, randevuya geç geldiğini, başlangıçta ödediği 6.000,00 TL'ye tüm tedaviyi yaptırmak istediğini, oysa porselen hazırlıkları ile geçici kronların hariç tutulduğunu, bu yüzden anlaşmazlık çıktığını, şikayeti üzerine ... Diş Hekimleri Odasının tıbbi kurallara uygunsuzluk olmadığından soruşturmaya yer olmadığına karar verdiğini, davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Yargılama sırasında Dişçilik fakültesinden iki profesör bir yardımcı doçent öğretim üyelerinden oluşturulan bilirkişi kurulundan alınan raporda özetle; ....1-Azı dişinin kökünde kist olduğu söylenen hastaya çekimle birlikte sinüs mukozasının perforasyonu nedeniyle greft konduğu, bu işlemin maksiller sinüs enfeksiyonuna neden olduğu, bu sonucun baştan bilinmesi gerektiği, diş çekimi, greftleme, implant ücretinin peşin alındığı, oysa bu yerde implant yapılmasının mümkün olmadığı, tedavinin baştan yanlış planlandığı, ayrıca hastaya periodontal tedavi ile dikişler alınırken her dört segmentte alt, üst, sağ, sol, dolgulu olan dişlerine porselen kron yapılmak üzere kesim yapıldığı, sadece bu açıdan bilgilendirme dışında hatalı işlem olmadığı, hastanın halen geçici dişlerini kullandığı.... bildirilmiştir. Mahkemece diş hekimi bir bilirkişiden alınan hesaplama raporu ile hatalı tıbbi müdahalenin varlığı kabul edilerek, dinlenen tanık beyanları ve tüm deliller değerlendirilmek suretiyle; dişlerin eski hale getirilebilmesi için 6.255,00 TL maddi tazminata, bedensel bütünlüğün zedelenmesi nedeniyle de 2.000,00 TL manevi tazminata hükmolunmuş, karar taraflarca temyize getirilmiştir. 6098 sayılı TBK'nın 49. maddesine göre "Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren bu zararı gidermekle yükümlüdür." Aynı yasanın 54. maddesinde bedensel zararlar: Tedavi giderleri, kazanç kaybı, çalışma gücü kaybı veya azalması, ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıplar, şeklinde gösterilmiştir. 56. maddesinde; ...hakim olayın özelliğine göre zarar görene manevi zarar adı ile, bir miktar paranın ödenmesine karar verebilir... düzenlemeleri bulunmaktadır. Yardımcı kişilerin fiillerinden sorumlulukla ilgili 116. maddede zincirleme sorumluluğu yer verilmiştir. Uyuşmazlık tedavi amaçlı tıbbi müdahaleden kaynaklanmış olup, taraflar arasında vekâlet ilişkisinin mevcut olduğu ve TBK'nın 502 ve devamı maddeleri uyarınca; vekil olan doktorun sadakat ve özen borcunun bulunduğu, hükme esas alınan bilirkişi raporuna göre, tedavinin tıbbi usüllere ve kurallara aykırı yapıldığı anlaşıldığından, doktorun tedavi ücreti ve iş bedeline hak kazanmadığı gibi, yaptığı müdahale sonucu ortaya çıkan zararın giderilmesi için, davacı yeniden tedavi masrafı yapmış olduğundan, davalılara ödediği tedavi bedelinin tamamı ile vekâlet görevinin tam olarak yerine getirilmemiş olması nedeniyle. zararının giderilmesi için yapılması gereken tedavi masraflarını; yapıldığı yıl mahalli piyasa rayiçleri ile talep edebilir. Bu halde mahkemece yeniden seçilecek konusunda uzman teknik bilirkişiden, davacının istemekte haklı olduğu, davalıya ödediği bedel ile ayıplı ifa nedeni ile uğranılan zararın ve davalının maruz kaldığı, dişindeki eksilme ve kesilmelerin eski hale getirilmesi veya tedavisi için gerekli giderler ve bu tedavi süresi içerisinde yaptığı ulaşım giderlerinin mahalli piyasa rayiçleri ile hesaplattırılıp hüküm altına alınması gerekir. Ayrıca davalıların özensiz ve tıbbi kurallara aykırı davranışları nedeni ile davacının cismani zarar gördüğü açık olup manevi tazminat istemekte haklıdır. Manevi tazminat adalete uygun olmalıdır. Bu para tutarı aslında ne ceza ne de tazminattır. Çünkü mamelek hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını amaç edinmediği gibi, kusurlu olana yalnız hukukun ihlalinden dolayı yapılan bir kötülük de değildir. Aksine zarara uğrayanda bir huzur duygusu uyandırmayı, aynı zamanda ruhi ızdırabın dindirilmesini amaç edindiğinden, tazminata benzer bir fonksiyonu da vardır. O halde bu tazminatın sınırı, onun amacına göre belirlenmelidir. Takdir edilecek miktar elde edilmek istenen tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gereken kadar olmalıdır. Yine 22.06.1966 tarih ve 1966/7 Esas, 1966/7 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararlarında açıklandığı gibi hakim manevi tazminat miktarında takdir hakkını kullanırken ona etkili olan nedenleri de karar yerinde objektif ölçülere göre isabetli bir biçimde göstermelidir. Hükmedilecek tazminatın zenginleştirici olmamasına, felaketi özlenir hale getirmemesine, sadaka mahiyetinde kalmamasına dikkat edilmelidir. Gerekli olmadığı halde kesilen dişlerin sayısı, uğradığı cismani zarar ve acı ile tedavi süreci, davalıların kusurlu eylemleri dikkate alındığında; davacıya yükletilecek bir kusur da bulunmadığına göre, hükmedilen manevi tazminat tutarı çok azdır. TMK'nın 4. maddesi de dikkate alınarak davacı yararına uygun ölçüde manevi tazminat tayini gerekir. Mahkemece HMK'nın 281. maddesi hükmüne göre, konusunda uzman bilirkişiden, gerekçeli ve denetime elverişli rapor alınarak davanın sonuçlandırılması gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamış, kararın davacı yararına bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda 1. bentte açıklanan nedenlerle davalıların tüm, davacının 2. bendin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazlarının reddine, 2. bentte açıklanan nedenlerle kararın temyiz eden davacı yararına BOZULMASINA, ödediği temyiz peşin harcının istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine, aşağıda yazılı bakiye 575,85 TL temyiz ilâm harcının temyiz eden davalılardan alınmasına, karara karşı tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme isteminde bulunulabileceğine 12.10.2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.

  • DOKTOR KENDİSİNE KUSUR İSNAT EDİLEMEYECEĞİNİ KANITLAMADIKÇA DOĞAN ZARARI TAZMİNE MECBURDUR.

    YARGITAY HGK, 28.06.1978, 4-3539/696 HEKİMİN İSPAT YÜKÜMLÜLÜĞÜ Dava: Taraflar arasındaki maddi ve manevi davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Adana Dördüncü Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 13.11.1972 gün ve 18-937 sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi'nin 15.1.1976 gün ve 10495-434 sayılı ilamıyle ".... Yüksek Sağlık Şurası'nın ilk raporunda ölümün acemice bir müdahaleden ileri geldiği belirtilmiş olmasına rağmen ikinci Şura raporunda ölüm sebebinin gerekçesiz olarak septisemiye bağlanmış olması bir çelişkidir. Davalı doktorun müteveffaya aletle müdahalede bulunduğu hakkında yeterli delil mevcut olduğuna göre Yüksek Sağlık Şurası raporları arasındaki çelişki halledilmeden ve kesin olarak verilmiş bulunan ilk rapor nazara alınmadan davanın reddini yasaya aykırı olduğu" gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnmeyi kapsayan son hükmün süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Karar: 1 - Davacıların miras bırakanı Sabiha'nın düşük yaptıktan sonra Plesante (Eş)in gelmemesi üzerine akrabaları tarafından kürtaj için davalı doktorun muayehanesine götürülerek ücret ödenmek suretiyle kürtaj yaptırıldığı kürtajdan hemen sonra doktorun hastayı evine gönderdiği kanamanın durmaması ve hastanın sağlık durumunun endişe verici bir hal alması üzerine yine davalı doktora başvurulduğu bu defa doktorun serum reçetesi yazarak özel bir hastane ismi vermek suretiyle oraya gitmesini bildirdiği, burada yapılan seruma rağmen iyileşme olmaması karşısında hastanın devlet hastanesine götürüldüğü ve kısa bir süre sonra hastanede öldüğü dosyada bulunan belge ve sair delillerden açıkça anlaşılmaktadır. 2 - Otopsi raporunda rahim mükazası ve rahim adalesinin ileri derecede parçalandığı ve parçalarının yer yer koptuğu ve bir elin parmakları şeklinde saçaklı bir vaziyette harabiyete uğradığı, ölümün gerçek nedeni rahim mükozası ve rahim adalesinin ileri derecede parçalanarak harabiyete uğraması olduğu belirtilmiştir. 3 - Yüksek Sağlık Şürası'nın 29.5.1968 gün ve 6170 sayılı raporunun (3) numaralı bendinde, olayın cereyan ettiği şehirde mütehassıs tabip bulunan Devlet Hastanesiyle hususi hastane bulunduğuna göre bilinmeyen ve şüpheli şartlar içinde usule gelen gayri tam bir sıkıt vakasına bu gibi vakaların büyük ölçüde muhtemel ihtilatları düşünülmeden ve gerekli müddet yatakta müşahade altında tutmadan sağlık kurumları dışında müdahale edilmesinin tedbirsizlik olduğu ve yine aynı raporun (ı) numaralı bendinde de mahallinde yapılan otopsi sırasında tespit edilmiş olan rahim içi ensicesindeki harabiyete göre yapılan müdahalenin dikkatsizce ve acemice yapılmış bir müdahale olduğu açıklanmıştır. 4 - Her ne kadar morg mütehassısı ile bilirkişi potoloğ tarafından düzenlenen 11.8.1965 günlü Adli Tıp Raporu ile Yüksek Sağlık Şurası'nın 28.5.1970 günlü raporlarında ölüm septismemiye bağlanmış ise de yukarıda ayrıntıları ile belirtilen olayların inkişafı ve özellikle otopsi sonuçları, ölümün davalı doktor tarafından tedbirsiz ve acemice yapılan kürtaj sonucu rahim mükozası ve adalelerinin ileri derecede harabiyete uğramasından ileri geldiğinin ve ilk nedenselliğin tedbirsiz ve acemice yapılan kürtaj ile bağlantılı olduğunun kesin delilleridir. 5 - Kaldıki davalı doktorla müteveffa arasında kürtaj yapılması konusunda akdi bir bağ doğduğuna göre BK’nın 96. maddesi hükmü karşısında davalı doktor kendisine hiç bir kusur isnat edilemeyeceğini kanıtlamadıkça yaptığı işten doğan zararı tazmine mecburdur. Dosyadaki deliller davalı doktorun bu ispat yükümlülüğünü yerine getirmiş sayılmasına elverişli nitelikte değildir. Bu nedenlerle tazminat yönünden gerekli inceleme yapılarak bir karar verilmesi gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olduğundan direnme kararı bozulmalıdır. Sonuç: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen sebeplerden dolayı HUMK’un 429. maddesi gereğince BOZULMASINA 28.06.1978 gününde ikinci görüşmede oybirliği ile karar verildi.

©2020, Avukat Esmanur Kılıçman tarafından kurulmuştur.

Adana Boşanma Avukatı

Avukat Esmanur Kılıçman-Kılıçman Hukuk Bürosu

bottom of page