top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 60 sonuç bulundu

  • MUSKA YAPTIRMAK, MUSKA İŞLERİYLE UĞRAŞMAK BOŞANMA SEBEBİDİR.

    YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas Numarası: 2015/14863 Karar Numarası: 2016/6283 Karar Tarihi: 30.03.2016 Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı erkek tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü: Yapılan soruşturma ve toplanan delillerden davalı kadının eşi için muska yaptırdığı ve muska işleriyle uğraşarak eşini huzursuz ettiği anlaşılmaktadır. Bu halde taraflar arasında ortak hayatı temelinden sarsacak derecede ve birliğin devamına imkân vermeyecek nitelikte bir geçimsizlik mevcut ve sabittir. Olayların akışı karşısında davacı dava açmakta haklıdır. Bu şartlar altında eşleri birlikte yaşamaya zorlamanın artık kanunen mümkün görülmemesine göre, boşanmaya karar verilecek yerde, yetersiz gerekçe ile davanın reddi doğru bulunmamıştır. SONUÇ:Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 30.03.2016 (Çrş.)

  • TESPİTE İTİRAZ EDİLMESE BİLE HERKES ASKI İLAN SÜRESİNDE KADASTRO TESPİTİNE KARŞI DAVA AÇABİLİR.

    YARGITAY HUKUK GENEL KURULU (04.02.2009 t. ve 16-809/43 s.) ÖZET: Tespite itiraz etmis olsun veya olmasin herkes askı ilan süresi içerisinde kadastro tespitine karsi Kadastro Mahkemesinde dava açabilir. Taraflar arasindaki "kadastro tespitine itiraz' davasindan dolayi yapilan yargilama sonunda: Kadastro Mahkemesince davanin görev yönünden reddine dair verilen 20.03.2006 gün ve 2006/179-18 sayılı kararin incelenmesi davacı Hazine vekili tarafindan istenilmesi üzerine, Yargitay 16.HD'nin 29.01.2007 gün ve 6457-22 sayili ilami ile; (Kadastro çalismalari sirasinda 645 parsel sayili 31. 100 m° yüzölçümündeki tasinmaz kazandirici zamanasimi zilyetligi nedeniyle davalilar adina tespit edilmistir. KK geçici 5. maddesinde 5304 sayil Yasanin 12. maddesi ile yapilan degisiklik uyarinca komisyon kararinin ilgililerine tebligi için yapilan askı ilan süresi içerisinde davaci Hazine vekili, tasinmazin Devletin hüküm ve tasarrufu altinda bulunan yerlerden olduguna dayanarak dava açmistir. Mahkemece yapilan yargilama sonunda; davanin görev yönünden reddine karar verilmis; hüküm, davaci Hazine vekili tarafindan temyiz edilmistir. Mahkemece 3402 sayil KK yürürlüge girmeden önce 766 ve 2613 sayili Kanun hükümlerine göre kurulmus komisyonlara intikal etmis ve edecek itirazlarin bu komisyonlarca sonuclandirilip, 3402 sayil KK'nin degisik geçici 5. maddesi geregince askı ilanina cikarilmasi halinde, önceden tutanaga itiraz etmeyen kisilerin aski ilan süresi içerisinde açtiklari davaya Kadastro Mahkemesinde bakilamayacagi, bir diger fade ile KK'un 5304 sayili Kanunun 12. maddesi ile degişik geçici 5. maddesi hukmü uyarınca tutanagin yeniden aski ilanina çikarilmasinin tutanaga itiraz etmeyenlere yeni bir hak bahsctmeyecegi gerekçesi ile davanin görev yönünden reddine, dosyanin görevli Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmis ise de: degerlendirme dosya kapsamina ve yasa hükümlerine uygun düsmemektedir. Bilindigi üzere, 766 sayılı Tapulama Kanununa göre duzenlenen tutanaklar ayn yasanin 26. maddesi geregince askiya çıkarilmakta, askı ilan süresi içinde yapilan itirazlar 28. madde geregince kurulan komisyonlarca incelenip karara baglanmakta, bu karar Tapulama Müdürü tarafindan itiraz eden ile lehine tapulama tespiti yapilana Tebligat Kanunu hükümleri uyarınca teblig edilmekte idi. Komisyon kararina karsı dava açma süresinin bu tebligden baslayacağı, kanunda açikça vurgulanmistir. Tebligatlarin haklı olarak ilgililere farkli zamanlarda yapilmasi, tebligatta karişikliklara neden olmus, tutanak bazi kisiler yönünden kesinlestigi halde, bazi kisiler yönünden kesinlesmedigi gibi sonuçlar ortaya cikarmis, bu da açilacak davalara bakacak mahkemenin belirlenmesinde uyusmazlıklara neden olmustur. Ayrica tebligat için ödenek bulunamaması da komisyon kararlarinin senelerce ilgililere ulastirilamamasina ve uyusmazliklarin sürüncemede kalmasina yol açmistir. 3402 sayilı KK'nun hazirlanmasi sirasinda bu sakincalar nazara alan kanun koyucu; tanzim edilen tutanaklarin ve bu tutanaklarla ilgili komisyon kararlarinin 30 gün süre ile ilana cikarılacagini, bu ilaninin ilgili gerçek kisilere kamu ve özel hukuk tüzel kisilerine sahsen yapilmis teblig niteliginde bulundugunu, itirazi olanlarin aski ilan süresi içerisinde dava açabilecekleri genel kuralini benimsemis, kanunun geçici maddesinde de "bu kanunun yürürluge girmesinden önce 766 ve 2613 sayili Kanun hükümlerine göre kurulmus komisyonlara intikal etmis veya edecek itirazlar, bu komisyonlarda, bu kanun hükümlerine göre sonuclandirilir. Tebligatlar ve ilanlar 766 ve 2613 sayili Kanun hükümlerine göre yapilir" hükmü ile de komisyonlara intikal etmis veya edecek itirazlar yönünden eski uygulamanin devam edecegini belirtmistir. Ne var ki, aradan geçen zaman içerisinde (bir kisim itirazlar için bile olsa) eski uygulamanin devamina imkan vermenin, eski sakincalarin artarak devamina imkan vermek anlamina geldigi anlasilmis, bunun üzerine kanun koyucu 22.02.2005 tarih 5304 sayili Kanunun 12. maddesi ile KK geçici 5. maddesini "bu kanunun yürürlüge girmesinden önce 766 ve 2613 sayili Kanun hükümlerine göre kurulmus komisyonlara intikal etmis veya edecek itirazlar, bu komisyonlarda, bu kanun hükümlerine göre incelenip ask ilanina alinarak sonuçlandirilir" sekline dönüstürülerek Tebligat Kanununa göre tebligden vazgeçip, yasanin temel ilkesi olan ilanen duyuru yolunu seçmistir. Kanun koyucu tarafindan seçilen bu yol, aynı parsel hakkinda ask ilan süresinde açilacak tüm davalarin Kadastro Mahkemelerinde görülmesini, kisa zamanda en az masrafla, en dogru sekilde sonuçlanmasini ve taraflarin ibraz edecegi delillerin bir bütün olarak tartişilip sonuca ulasilmasint saglayacak bir yoldur. Aksinin düsünülmesi 766 sayil Kanunun 28. maddesinin ortaya cikardigi tüm olumsuzluklarin devamina imkan saglamak anlami tasimaktadir. Bir baska anlatimla, KK'nun geçici 5. maddesi geregince yapilan ilant, itiraz edenlere teblig hükmünde sayip itiraz etmeyenlere Kadastro Mahkemesinde dava hakki tanimamak hukukun savunul-masi ve kabul edilmesi mürkün olmayan sonuçlar doguracaktu. Soyle ki; 766 sayli Yasanin yurirluja sirasinda tanzim edilen tutanaga itiraz edilip, itirazi KK gecici 5. maddesi geregince incelenip komisyon karan ve tutanagin askiya çikarılmasi durumunda, itiraz edenlerin ask ilan içerisinde açacagi (Ornegin tescil davasi) dava Kadastro Mahkemesinde, tutanak kesinlesmemis olmasina ragmen tutanaga itiraz etmeyen Hazinenin açtigi (tescil veya tescile itiraz davası) dava Asliye Hukuk Mahkemesinde görülecektir. Bu kabul sekli, kanun koyucunun anlatmaya çaliştigimiz amacina uygun olmadiği gibi, Anayasa ve HUMK 'un yargilamanin kisa zamanda, en az masrafla sonuclandırilması gerektigi yolundaki kurallarina ve aski ilani suresinde açilacak davalarin Kadastro Mahkemesinde görulecegine dair KK 11. maddesi hukmüne de açikça aykiridir. Zira, 3402 sayil Yasanin hiçbir maddesinde ask ilanı süresinde Kadastro Mahkemesinde dava açabilmek için önceden itiraz etmis olma sarti aranmamistir. Müsahhas olayda tutanak 17.06. 1956 tarihinde tanzim edilmis, tutanaga Rizkonun yaptign itiraz KK geçi-ci S. maddesi geregince incelenip tutanak ve komisyon karari 23.08.2005 tarihi ile 22.09.2005 tarihinde askiya fikanilmis, tutanaga itiraz etmeyen Hazine, 06.09.2005 tarihinde ve ask ilan süresi içerisinde dava açmistir. Mahkemece KK gecici 5. maddesi geregince yapilan ilanin itiraz edenlere teblig hükmünde oldugu ve itiraz etmeyenlere dava açma hakki vermeyecegi gerekçesi ile davanin görev yönünden reddine karar ve-rilmistir. Yukarida etraflica yapilan açiklamalardan da anlagilacagi üzere, mahkemenin bu kabul sekli, kanun koyucunun amacina ve 3402 sayil Yasanin amir hükümlerine aykin bulunmaktadir. Bu durumda, taraflardan iddia ve savunmalari ile ilgili tüm delil-leri istenip, gerekli degerlendirmenin yapilip, sonucuna göre karar verilmesi gerekir. Mahkemenin görevsiz oldugundan bahisle yazili oldugu sekilde hüküm kurulmast isa-betsizdir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri evrilmekle, yeniden yapilan yar-gilama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmistir. Dava, kadastro tespitine itiraz istemine iliskindir. Davaya konu olan olayda kadastro tutanag. 17.06.1956 tarihinde tanzim edilmis, tutanaga Rizko'nun yaptigi itiraz, KK geçici 5. maddesi geregince incelenip, tutanak ve komisyon karari 23.08.2005-22.09.2005 tarihleri arasinda askiya cikarlmis, tutanaga itiraz etmeyen Hazine, 06.09.2005 tarihinde ve ask ilan süresi içerisinde dava açmustir. Komisyon karari kesinlesmeden önce yürürlüge giren KK'nun 5304 sayil Yasanin 12. maddesiyle degisik 5. maddesi uyarica, komisyon kararindan sonra yapilan aski ilan süresi içinde açilan bu davada davac Hazine vekili, davalilar adina zilyetlikle edinme kosullarinin olusmadigini iddia etmektedir. Mahkemece KK geçici 5. maddesi geregince yapilan ilanin itiraz edenlere teblig hükmünde oldugu ve itiraz etmeyenlere dava açma hakki vermeyecegi gerekçesi ile davanin reddine karar verilmistir. Özel Dairece, mahkemenin bu kabul seklinin kanun koyucunun amacina ve 3402 sayil: Kanunun amir hükümlerine aykin oldugu açiklanarak; taraflarin iddia ve savun-malan ile ilgili tüm delilleri istenip, gerekli degerlendirmenin yapilip, sonucuna göre karar verilmesi gerektigi gerekçesi ile hüküm bozulmus, mahkemece önceki hükümde direnilmistir. Uyusmazlik; kadastro tutanagina ask ilan süresi içerisinde itiraz etmeyen Hazine-nin daha sonra Kadastro Mahkemesinde dava açabilip açamayacagi noktasinda toplan-maktadir. 5602 sayil Tapulama Kanununda yer alan hükümler uyarica, itirazlarin dogrudan dogruya mahkemelere yapilmasinin islerin gereksiz olarak artmasina neden oldugu, soju kez ciddi bir nitelik tasimayan itirazlar nedeniyle mahkemelerde is sayisinin sürat-le artic, ve davalarin strincemede kaldigi dusundlmüs, itirazlarn mahkemelere intika. linden once bir komisyonda incelenmesi wygun görillerek 509 sayil Tapulama Kanuna ile kurulus ve salisma sckilleri belirtilen "Tapulama Komisyonuna" yer verilmistir, Ancak, 509 sayili Kanunun Anayasa Mahkemesi tarafindan iptal edilmesi Uzerine gururluge giren 766 sayth Tapulama Kanununun 28 ve 29. maddelerinde "Tapulama Komisyonu" yeniden düzenlenmistir. Yukarida açiklanan tapulama komisyonu müesse. Ssi kendisinden beklenen yarar saglamadign, aksine islemierin sürüincemede kalmasina, sest k crosyalarmin mahkemeler ile capulama komisyonlar arasinda gidip-gelmesine, tespillerin kesinlesmesini önlemek için hakh bir neden olmadigi halde keyfi itirazlarin yapilmasina sebebiyet verdigi, 766 sayil: Tapulama Kanununun yillarca süren uygulama sirasinda gözlenmis, bu sakincalan göz önünde bulunduran kanun koyucu 766 sayil, Tapulama Kanununun 28. ve 29. maddeleriyle, 2613 sayih Kanunun 22. ve 26. madde. lerinden farkh hükümler getirmis, komisyonlarin kurulus ve isleyis sekillerini yeniden düzenlemis, idari bir kurulus olan komisyonlarin çalismasini ask ilanindan önceki bir döneme almis, ask ilant süresi içinde kadastro tespitlerine karst "herkese" dogrudan do§ruya Kadastro Mahkemesine basvurma imkant saglamistir. 3402 sayil KK 11/son maddesi "bu kanun geregince yapilan ilanlar, ilgili gersek kisilere, kamu ve özel hukuk tüzel kisilerine sahsen teblig edilmis sayihir" hükmünt getirmistir. 766 sayil Kanunun 26. maddesi uyarica yapilan ask ilanina kars 30 gün içinde itiraz edildigi takdirde bu itirazlar, 28. maddeye göre kurulan tapulama komisyo-nunda incelenip karara baglanmakta, bu karar da itiraz eden ile lehine karar verilene Tebligat Kanunu hükümleri geregince teblig edilmekte, tebligat islemleri ilgililerin açik adresleri bilinemedigi için yerine getirilememekte ve böylece tapulamanin amacing aykin olarak sicillerin olusmas: gecikmekteydi. iste, kanun koyucu, kadastro tutanaklarinin en kisa zamanda kesinlesmesini sa§la-mak amactyla, bu kanunla yapilan ilanlarin ilgili gerçek kisilerle kamu ve özel hukuk tüzel kisilerine sahsen teblig edilmis sayilacagi hükmüne yer vermis (bu hüküm 2613 sayil Kanunun 26. maddesiyle, 6831 sayili Orman Kanununun degisik 11. maddesinde de yer almaktadir), böylece 3402 sayih KK ile sistem degisikligine gidilmis, 766 sayili Yasadaki komisyon karari tebligi ve komisyon karari taraflarinin dava açabilmesi dü-zenlemesi terk edilerek tespitin ask ilanina cikalmasi saglanmis, itiraz etmis olsun veya olmasin herkese Kadastro Mahkemesinde dava hakki taninmistir. Tespite itiraz etmemis ve 3402 sayil Yasanin 10/2. maddesi uyarinca, kadastro komisyonuna komisyon tutanagi düzenletmemis olan kisi, ask ilan süresi içerisinde kadastro tespitine karst dava açabilecegi gibi, tespite itiraz etmis olup da komisyon tutanagi ile itiraza reddedilmis olan kisi de ayn sekilde Kadastro Mahkemesine dava açabilecektir. Diger bir ifadeyle, tespite itiraz edilmis olsa da, olmasa da, komisyonca kadastro tespiti degistirilmis bulunsa da, bulunmasa da ask ilani suretiyle kisilere duyu-rulmus olan tespite karst itiraz eden ya da etmeyen herkes, aski ilan süresi igerisinde Kadastro Mahkemesine dava açabilecektir. Aski ilan, tespitin ya da tutanagin ask ila-nindan evvel kesinlesmesini önler. Aski ilani tarihleri Kadastro Mahkemesine herkes bakimindan sinirlama olmaksizin dava açabilecek günlerdir. Boylece herkes süratle Kadastro Mahkemesinde hakkin arayabilecek, aym parselle ilgili farkli kigiler yönün-den ayn anda farkli mahkemeler görev yapamayacak, aym parsele iliskin yargilamada bütünlük de saglanmis olacaktir. Aski ilani müessesesi tespit ve tutanaklarin kesinles-mesini önledigi için, ask ilan süresi içerisinde açilan davalarda genel mahkemelerin görev yapmasi mümkün degildir. Kadastro Mahkemeleri, ask ilant üzerine (tespit kesinlesmis olsun olmasin) tuta-nagin kesinlesmemis oldugu tüm hallerde görev yapacaktir. Tapulama tespiti sonunda düzenlenen tutanak bir bütün olup, asil olan vaki itiraz üzerine tutanagin kesinlesmeme-si oldugundan, herhangi bir kisi tarafindan tespite yapilan itiraz, tespiti de askida bira-kacagindan, ask ilan süresi içerisinde üçüncü kisilerin açtigi davalar yönünden de tutanak kesinlesmemis oldugu için, Kadastro Mahkemesinin görevli kilinmasi yerlesmis Yargitay Içtihatlarina da uygun bulunmaktadir. 3402 sayili Yasa uyarica yapilan tespi-te karsi yapilan itiraz üzerine düzenlenen komisyon tutanaginin ask ilanina alinmasi halinde, tespite itirazi olmayan kisilerin ask ilan süresi içerisinde açtigi davalarda Ka-dastro Mahkemesi nasil görevli ise, geçici 5. maddedeki degisiklikten sonra Kadastro Mahkemesi ask ilanina alinan komisyon kararina karsi üçüncü kisilerin açtigi davalarda da ayni sekilde görevli olacaktir. Bu ilkeler, Yargitay HGK'min 22.10.2008 gün ve 2008/16-645 E. 2008/645 K. sayil ilaminda da aynen benimsenmistir. Hal böyle olunca; yerel mahkemece, HGK°ca da benimsenen Özel Daire bozma kararina uyularak, komisyon kararinin tarafi olmayan Hazine'ce ask ilan süresi içerisinde açilan eldeki davada da Kadastro Mahkemesinin görevli oldugu göz önünde bulundurulmak suretiyle isin esasina girilmesi ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken; yanilgil gerekçeyle dava dilekçesinin görev yönünden reddine dair verilen önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykindir. Direnme karan bu nedenle bozulmalidir.

  • Orman kadastrosu bir kadastro işidir.İtiraz halinde davanın görüleceği mahkeme Kadastro mahkemesidir

    YARGITAY HUKUK GENEL KURULU Esas Numarası: 1992/20-580 Karar Numarası: 1992/656 Karar Tarihi: 11.11.1992 DAVA: Taraflar arasındaki "orman kadastrosuna itiraz" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bursa Kadastro Mahkemesince davanın görev yönünden reddine dair verilen 10.7.1991 gün ve 1990/115 E-1991/69 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili ile davalılardan Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine; Yargıtay 20. Hukuk Dairesi'nin 28.1.1992 gün ve 1992/150-132 sayılı ilâmı: (... Davacı Belediye Başkanlığı ile davalı Orman İdaresi arasında geçen Orman Tahdidine itiraz davası sonucu Kadastro Mahkemesi, tarafların niteliğine göre davaya 3533 sayılı Yasa gereği hakem sıfatıyla bakılmasının zorunlu olduğundan bahisle davayı görev yönünden red etmiştir. Oysa, 3402 sayılı Yasa'nın 26'ncı maddesinde açıkça (Kadastro işlerinde 3533 sayılı Kanun hükümleri uygulanmaz) denilmek suretiyle kadastro konusunda hakeme gidilemeyeceği kesin olarak âmir hükme bağlanmıştır. Ayrıca; 6831 sayılı Yasa'nın 3373 sayılı Yasa ile değişik 11'nci maddesinde Orman Kadastro Komisyonlarının kararlarına karşı kadastro mahkemesinde dava açılacağı vurgulanmıştır. Bu durumda orman kadastrosuna karşı açılacak davanın görüleceği mahkeme kadastro mahkemesi olduğuna ve kadastro işlerinde 3533 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanmayacağı değinilen Yasalarla saptanmış bulunduğuna göre, davanın hakem sıfatıyla görülmesi olanaksızdır. Bu sebeplerle mahkemece ışin esası incelenip, o yolda karar verilmesi gerekirken hakemden bahisle görev yönünden davanın reddi yoluna gidilmesi usul ve yasaya aykırıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildikleri anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Davacı, Büyükşehir Beledıye Başkanlığı 1725 ada 30 parsel, 1739 ada 1 parsel, 1546 ada 109 parsel, 1690 ada 1 parsel, 1546 ada 111 parsel olmak üzere 5 parça taşınmazın Belediye adına tapulu olduğunu, buna rağmen orman tahdit sınırları içinde bırakıldığını oysa dışarı çıkarılması gerektiğini ileri sürerek yanlış yapılan kadastro tesbitinin iptalini, parsellerin belediye adına tescilini istemiştir. Davalı Orman Yönetimi vekili ise taşınmazların 1965 yılında kesinleşmiş orman tahdit sınırları içinde bulunduğunu, dava 6831 sayılı Yasa'nın değişik 2/B maddesine göre dışarı çıkarma istemini içeriyorsa davacının sıfatı ve aktif dava ehliyeti olmadığını, zira anılan Yasa gereği dışarı çıkarılabilecek yerlerin ancak Hazine adına çıkanlabileceğini, Belediye adına çıkarma işlemi yapılamıyacağı, kaldı ki gerek 1744 gerek 2896 sayılı Yasa'ların 2/B maddelerinin uygulanmasında dahi bu taşınmazların niteliğini koruması nedeniyle dışarı çıkarılmadığını, 3302 sayılı Yasa'ya göre de aynı durumun bulunduğunu, bu yerlerin orman olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir. Mahkeme, tarafların 3533 sayılı Yasa'nın 4. maddesinde yer alan kuruluşlar olması nedeniyle bu Yasanın uygulanması ve hakem sıfatı ile bakılması gerektiğini belirterek görevsizlik kararı vermiştir. Oysa, 6831 sayılı Yasa'nın 2896-3302 sayılı Yasa'larla değişik 2/B maddesine göre nitelik kaybı nedeniyle dışarı çıkarma yolunda yapılan işlemler Orman Kadastro işleridir. 6831 sayılı Yasa'nın 7-8-10 ve 11. maddeleri, orman sınırlaması ve orman sınırları dışına çıkarma işlemlerini tanımlamış, her iki işlemin de Orman Kadastro İşlemi olduğunu belirleyip, bu işlemlere karşı açılacak davaların kadastro mahkemesi olan yerlerde kadastro mahkemesinde olmayan yerlerde, kadastro işlerine bakmakla görevli mahkemede görüleceği hükmünü getirmiştir. Demek ki, orman kadastrosu bir kadastro işidir ve ıtiraz halinde ilgili davanın görüleceği mahkeme Kadastro Mahkemesidir. Bu yasal olguya bağlı olarak Kadastro Mahkemelerinin zaman bakımından görev alanı ve yetkilerini belirleyen 3402 sayılı Yasa'nın 26. maddesinde de (Kadastro işlerinde 3533 sayılı Kanun hükümleri uygulanamaz) denilerek genel bir anlatımla, açık ve kesin olarak (kadastro işlerinde 3533 sayılı Yasa'nın uygulanmayacağı) vurgulanmıştır. O itibarla kadastro işlerinde hakeme gidilemiyeceği ve Kadastro Mahkemesinin görevli olduğu anılan Yasaların amir hükümleri gereğidir. Görev ve yetki belirleyen yasa hükümleri ise kamu düzeni ile ilgilidir. Yorumla veya değişik düşüncelerle, görev ve yetkiler değişik kurumlara aktarılamaz. 6831 sayılı Yasa'nın 3373 sayılı Yasa ile değişik 11. maddesinde itiraz davalarına Kadastro Mahkemesinde bakılacağı vurgulanırken, hak sahibi (gerçek ve tüzel kişilerin) itiraz hakkına değinilmiş ve yalnız gerçek kişilere dava hakkı tanındığı yolunda bir imâya dahi yer verilmemiştir. Tüzel kişilerin, Kadastro Mahkemesinde dava haklarını kullanmalarına yasal bir engel yoktur. (Kadastro işleri) değimi, ilk itirazdan son yargı kararına kadar her türlü işlemi içeren bir değimdir. Yasa da kadastro ile ilgili tüm işlemleri kapsayacak biçimde düzenleme yapılmış ve 3402 sayılı Yasa'nın 26. maddesinde kadastro mahkemesinin zaman bakımından görev ve yetkisi belirlenirken bir ayrım gözetilmemiş ve tüm kadastro işleri amaçlanmıştır. Ayrıca, 3533 sayılı Yasa gereği görev yapan hakem, mülkiyetin kime ait olduğu yolundaki uyuşmazlığı çözecektir. Oysa aidiyetle ilgili çekişmenin çözümlenebilmesi için önce taşınmazın niteliğinin belirlenmesi gerekir. Nitelik belirlenmesi ise 6831 sayılı Yasa'nın yukarıda anılan maddelerine göre kuralları için de mahkemece yapılması gereken bir işlemdir. Yasanın prosedürünü belirlediği şekilde nitelik belirleme işi mahkeme dışında bir başka organa bırakılmamış ve ormanlarla ilgili her türlü çekişme yargı denetimine tâbi kılınmıştır. Bütün bu hususlar gözetilmeden ve Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki görevsizlik kararında direnilmesi doğru değildir. O halde usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır. SONUÇ: Taraf vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı (BOZULMASINA) oyçokluğuyla karar verildi.

  • İŞ YERİNDE CİNSEL TACİZ

    YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ Esas Numarası: 2017/13804 Karar Numarası: 2019/21067 Karar Tarihi: 27.11.2019 Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: A) Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili, davacının 22.05.2011 ile 14.08.2015 arasında davalı şirketin sahibi ve işletmecisi ... Hotel'de kat görevlisi olarak çalıştığını, davacının 14.08.2015 tarihinde işyerinde çalışırken, odalardan birinde temizlik yaptığı sırada, otel müşterilerden biri tarafından cinsel tacize uğradığını,davacının çalıştığı ortamda yeterli güvenlik önleni alınmadığı için aynı kişinin iki defa tacizine maruz kaldığını, koridorlarda bulunan kamera kayıtlarında müşterinin görüldüğünü, saldırgan hakkında herhangi bir işlem yapılmadığını, davacının taciz olayı nedeni ile karakolda ifade verdiğini belirterek iş sözleşmesinin davacı tarafından haklı fesih edildiğini ileri sürerek, kıdem tazminatını istemiştir. B) Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davacının belirttiği haklı nedenle fesih şartlarının gerçekleşmediğini, davacının iş akdini haksız feshettiğini savunarak, davanın reddini istemiştir. C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan kanıtlara dayanılarak, iş verenin taciz olayından sonra gerekli önlemleri aldığı, davacının iş sözleşmesini fesihte haksız olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. D) Temyiz: Kararı davacı vekili temyiz etmiştir. E) Gerekçe: Davacı işçi, davalıya ait otelde kat görevlisi olarak çalıştığını, odalardan birinde temizlik yaptığı sırada yabancı uyruklu bir otel müşterisi tarafından cinsel tacize uğradığını, ilk saldırıda otel müşterisinin sarhoş ve giyinik vaziyette olduğunu bu sırada şef ...’nin geldiğini ve kapıyı kilitlemek suretiyle temizliğe devam etmesini söylediğini, bir süre sonra başka bir müşterinin odasını temizlediği sırada aynı müşterinin bu defa çıplak vaziyette gelerek cinsel saldırıda bulunduğunu, saldırganın sarhoş olmasından yararlanarak elinden kurtulduğunu, kendisini boş bir odaya kapatmak suretiyle otel güvenliğinden yardım istediğini, otel koridorunda bulunan kamera kaydında müşterinin göründüğünü,işverenin olay sebebiyle hiçbir işlem yapmadığı ve önlem almadığını, mesaisi bitinceye kadar çalışmasının devam ettiğini, mesai sonrası eşiyle birlikte giderek saldırgan hakkında şikayette bulunduğunu belirterek iş sözleşmesini haklı feshettiği gerekçesiyle kıdem tazminatı talebinde bulunmuştur. Davalı işveren, olay sebebiyle gerekli önlemin alındığını, şikayet üzerine kolluk kuvvetleri tarafından gerekli araştırmaların yapıldığını, haklı feshin koşullarının bulunmadığını savunmuştur. Mahkemece, davacının kollukta verdiği ifadesinde tek bir cinsel taciz olayından bahsettiği, şef olarak dinlenen ...’nin bu cinsel taciz olayı ile ilgili gerekli güvenlik önlemlerini aldığını beyan ettiği, üçüncü kişinin cinsel taciz eylemi sebebiyle işveren tarafından gerekli güvenlik önlemlerinin alındığı ve bu nedenle davacının iş sözleşmesini feshinde haklı nedene dayanmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. Akademik kaynaklarda cinsel taciz genel olarak “kişiye yönelik tehdidi içeren, onu aşağılayan ve küçük düşüren, duygusal ve psikolojik olarak çökmesine sebep olan, kişinin iradesi dışında kendisine yönelik gerçekleştirilen sözel, fiziksel ve/veya başka türlerde cinsel içerikli herhangi bir davranış" olarak tanımlanmaktadır. Cinsel taciz, muhatabının kişilik haklarına ve çalışma özgürlüğüne saldırıdır. İşyerinde cinsel taciz, bireysel olarak mağdurlar üzerinde çok boyutlu yıkıcı etkilere sahip olmanın yanı sıra ailesel, kurumsal ve toplumsal düzeylerde de derin etkiler bırakan bireysel ve toplumsal bir sorun niteliğini taşımaktadır. ( Abdullah IŞIK. Sinop Ünv. Sağlık Yüksek Okulu Sosyal Hizmet Bölümü Arş. Görevlisi. KSBD. Sonbahar 2017, Y. 9, C. 9, Kadın Özel Sayısı) Cinsel taciz, karşı cinse yönelik olabileceği gibi, hem cinse karşı da yönelebilir. Ancak cinsel taciz ağırlıklı olarak erkek işçi tarafından kadın işçiye karşı ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde iş alanlarının gelişmesi, kadınların okuma, bilgi ve becerilerinin artması, bir çok meslek dalında yapılacak işe daha yatkın ve işin niteliğine göre erkeklerden daha becerikli olmaları sonucunda bir çok kadın iş hayatında yer almaya başlamış, her alanda kadın işçilerin sayısı artmaya başlamıştır. Her alanda çalışma hayatına atılan, her kademede başarı ile yer alan kadın işçilerimizin çalışma yaşamındaki en büyük engel işin fiili, fiziki zorlukları değil, işyerinde, iş hayatında karşılaştıkları, muhatap oldukları cinsel tacizlerdir. Bugün ülkemizde ve sanayileşmiş ülkelerin çoğunda işyerinde cinsel taciz sorunu önemle üzerinde durulan ve yasal düzenlemelerle engellenmeye çalışılan bir alan haline gelmiştir. Cinsel taciz, ayrıca Türk Ceza Kanunu tarafından suç olarak kabul edilmiştir. Ülkemizde çalışanların cinsel tacize karşı korunması amacı ile TCK'daki düzenlemeler dışında Türk Borçlar Kanunun'da ve İş Kanunu'nda yasal düzenlemeler yapılmış, cinsel taciz 4857 sayılı İş Kanunu'nun 24. maddesinin II/b ve (d) bentleri işçi açısından haklı fesih sebebi, 25/II-c maddesi ise işveren açısından haklı fesih sebebi olarak düzenlemiştir. İş yerinde cinsel tacizin önlenmesinin yolu, taciz mağdurunun herhangi bir aşağılamaya maruz kalmadan karşı çıkabilmesini, tacizde bulunanı şikayet edebilmesini sağlayacak ortamın sağlanmasından, taciz failinin ise gerekli yaptırımlara maruz kalacağını bilmesinden geçmektedir. İşverenler bu konuda duyarlı davranmak, tacizi engelleyici, mağdurun çekinmeden şikayetçi olabileceği ortamı sağlamak için gerekli tedbirleri almak, iddiaları ciddiyetle soruşturup, gerekli yaptırımları uygulamak zorundadır. Cinsel taciz eyleminin yapısı gereği ardında delil bulunması her zaman mümkün olmayabilir. Mağdurun ya da mağdurenin tek başına olduğu yerlerde bu tür eylemlere maruz kaldığı ve tacize uğrayanın çok azının çeşitli nedenlerle bu tür olayları işverene yansıtabildiği dikkate alındığında ispat noktasında tacize uğrayan lehine değerlendirmeye gidilmelidir. Ceza davasında delil yetersizliği nedeni ile beraat kararı verilmesi hukuk hakimini bağlamayacağından mevcut delil durumuna göre karar verilmelidir. Dosya içerisinde bulunan bilgi, belge, tanık beyanları ve ceza dosyası içeriğine göre davacı işçinin çalıştığı otel işyerinde yabancı uyruklu müşterinin cinsel tacizine uğradığı, bu sırada şefine seslenmesi üzerine şefin olay yerine geldiği ve şefin beyanına göre davacıya bundan sonraki çalışmasında kapıyı kilitli vaziyette çalışmaya devam etmesini belirttiği, davacı olayın geçtiği oda temizliğini yaptıktan sonra başka odaları temizlerken saldırganın gelerek ikinci defa cinsel saldırıda bulunduğu anlaşılmaktadır. Davacı işçi, ceza yargılamasındaki ifadesinde açık bir şekilde her iki cinsel saldırı olayından bahsetmiş, mahkemece dinlenen tanık şef ...’de ceza mahkemesindeki tanık olarak dinlendiği beyanında ilk olay sonrasında davacının kapıyı kapatarak çalışmasını önerdiğini açıklamış olmakla, o an işveren adına hareket eden şef olan tanığın ilk taciz olayı ile ilgili durumun farkına vardığı anlaşılmakta olup bu yönde adı geçen şef yada diğer yetkililerce etkili bir önlem alınmadığı ortaya çıkmıştır. Nitekim, aynı gün başka odanın temizliği sırasında tekrar taciz olayı gerçekleşmiş şef ...’nin olayla ilgili müdahalesi ve net bilgisi olduğu halde yine etkin bir biçimde tacize uğrayan korunmamış ve tacizci ile ilgili gerekli önlemler alınmamıştır. Davacının her iki olay sebebiyle çalışmasına devam ettirildiği, hatta tanık beyanına göre ikinci olay ardından güvenlik görevlisi eşliğinde çalışmasının sağlandığı, tacizci müşteri ile ilgili hiçbir işlem yapılmadığı, bu yönde kamera kayıtları alınarak kolluk güçlerine haber verilmediği anlaşılmaktadır. Mesai bitiminde davacı işçi eşi ile beraber polis merkezine giderek şikayette bulunmuş, ancak bunun üzerine tacizcinin ifadesi alınmış, bu aşamada dahi davalı işveren işyerinde gerçekleşen olayla ilgili olarak kendisi bir inceleme yapmamış, kamera görüntülerini sunmamıştır. Somut uyuşmazlık bakımından; davalı işverenin tacizi önleyecek ve sonrasında tacizcinin cezalandırılmasını sağlayacak şekilde gerekli adımları atmadığı anlaşılmakta olup davacı işçinin iş sözleşmesini 4857 sayılı İş Kanunu’nun 24/2-b maddesine göre haklı nedenle feshettiği sonucuna varılarak istek konusu kıdem tazminatının kabulüne karar verilmesi gerekirken yerinde olmayan gerekçe ile reddine karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir. F) SONUÇ: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 27.11.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

  • TANIK LİSTESİ VERİLMEMİŞ OLSA DAHİ DURUŞMADA HAZIR BULUNDURULAN TANIĞIN MAHKEMECE DİNLENMESİ GEREKİR

    YARGITAY HUKUK GENEL KURULU Esas Numarası: 2017/2626 Karar Numarası: 2021/814 Karar Tarihi: 22.06.2021 1. Taraflar arasındaki "rücuen tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bursa 3. Asliye Ticaret Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar, davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 11. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanunla değişikliği öncesi hâliyle 438. maddesinin 2. fıkrası gereğince direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağından davalı vekilinin duruşma isteminin reddine karar verilip dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacı vekili; Nilüfer Deresi Mihraplı Deresi Regülatörü Projesi’nin davalı tarafından ihbar olunan ... Müh. A.Ş-Önka Yapı A.Ş. ortaklığına ihale edildiğini, ... Müh. Müt. İnş. Taah. Tur. San. ve Tic. A.Ş.’nin leasing ile kiraladığı ekskavatörü müvekkili nezdinde leasing sigorta poliçesi ile sigortalattığını, Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü 1. Bölge Müdürlüğünün 23.02.2012 tarihli yazısı ile “Doğancı Barajının yazı tarihi itibari ile doluluk oranının %79 olduğu ve bölgede mevsimsel yağışların başlaması nedeniyle ileride yaşanabilecek olumsuzlukların önüne geçebilmek için Nilüfer Dere yatağına değişken oranlarda su bırakılacağı, Nilüfer Dere yatağı içinde halen devam etmekte olan Nilüfer Vadisi düzenlemesinin zarar görmemesi için gerekli önlemlerin alınması” konusunda uyarıldığı hâlde davalının hiçbir önlem almadığını, ihale şartnamesi ve yüklenici sözleşmesi uyarınca dere ıslah çalışmasının davalının kontrol ve denetiminde yürütüldüğünü, projenin yapımı sırasında gerekli dikkat ve özenin gösterilmediğini, bu sebeple müvekkili nezdinde sigortalı iş makinesinin 19.04.2012 tarihinde baraj kapaklarının kontrolsüz ve ani bir şekilde açılması sonucu meydana gelen su baskınında hasar gördüğünü, davalının kusuru neticesinde ortaya çıkan hasar bedelinin sigortalıya ödenerek 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun (TTK) 1472. maddesi uyarınca sigortalının haklarına halef olunduğunu ileri sürerek 57.433,99TL’nin ödeme tarihinden itibaren işleyecek ticari avans faiziyle Bursa 1. İdare Mahkemesinin 2012/1187 E. sayılı dosyası ile tahsilde tekerrür etmemek kaydıyla tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalı Cevabı: 5. Davalı vekili; zamanaşımı def’inde ve husumet itirazında bulunarak müvekkilince ihaleli işlerin yüklenicileri ile iş güvenliği tedbirlerinin alınması konusunda 21.12.2011 tarihinde toplantı yapıldığını, toplantıya ihbar olunan Ön-Ka Yapı A.Ş.- ... Müh. A.Ş. ortak girişimi şantiye şefinin de katıldığını, şantiye sahasının güvenliliği ile ilgili olarak uyarıldığını, yine olay öncesinde de yüklenici firmanın yoğun yağış olacağı hususunda ayrıca uyarıldığını, sigortalı iş makinesinin dere yatağında sedde imalatı sırasında motorunun durması sonucu hareket edemediğini, suyun yükselmesi ile de bu olayın meydana geldiğini, ihale sözleşmesinin 17. maddesi ile şartnamenin 9. maddesine göre işle ilgili tedbirlerin alınması yükümlülüğünün yüklenici firmada olduğunu, müvekkilinin kontrol ve gözetiminin, yüklenicinin sözleşmeye uygun hareket edip etmediği hususuyla sınırlı olduğunu, müvekkiline yüklenebilecek kusurun bulunmadığını, ticari faizin talep edilemeyeceğini ileri sürerek davanın reddini savunmuştur. Mahkeme Kararı: 6. Bursa 3. Asliye Ticaret Mahkemesinin 17.12.2013 tarihli ve 2012/396 E., 2013/448 K. sayılı kararı ile; 19.04.2012 tarihinde baraj kapaklarının kontrolsüz ve kademesiz şekilde açılması sonucu meydana gelen su baskınında sigorta örtüsü altına alınan iş makinesinin sular altında kalarak zarar gördüğü, DSİ 1. Bölge Müdürlüğü’nün 23.02.2012 tarihli yazısı ile “Doğancı Barajı’nın 23.02.2012 tarihi itibari ile doluluk oranının %79 olduğu ve bölgede mevsimsel yağışların başlaması nedeniyle ileride yaşanabilecek olumsuzlukların önüne geçebilmek için dere yatağına değişken oranlarda su bırakılacağı, dere yatağı içinde halen devam etmekte olan Nilüfer Vadisi düzenlemesinin zarar görmemesi için gerekli önlemlerin alınması konusunda” uyarılmasına rağmen, davalı tarafça yüklenici firma uyarılmadığından hasarın meydana gelmesinde davalının kusurlu olduğu, dava dışı yüklenici firmanın kusurlu davranışı saptanamadığı gerekçesiyle davanın kabulü ile 57.433,99TL’nin 14.08.2012 tarihinden itibaren işleyecek avans faizi ile birlikte Bursa 1. İdare Mahkemesinin 2012/1187 E. sayılı dosyası ile tahsilde tekerrür oluşturmamak kaydıyla davalıdan tahsiline karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: 7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekilince temyiz isteminde bulunulmuştur. 8. Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 10.03.2015 tarihli ve 2014/5583 E., 2015/3258 K. sayılı kararı ile “...Dava, leasing sigorta poliçesine dayalı rücuan tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davalı ...’nün dava dışı DSİ 1.Bölge Müdürlüğü tarafından uyarılmasına rağmen, davalı ...’nün yüklenici firmayı uyarmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş ise de davalı ... vekili dava dışı yüklenicinin olay öncesinde uyarıldığını savunmuş, bilirkişi raporuna itiraz dilekçesinde, olaydan önce yüklenici firmanın saha sorumlusu Gökmen Karabina’nın uyarıldığını belirterek 16.04.2012 tarihli tutanağı ibraz etmiştir. Davalı vekili cevap dilekçesinde ve cevaba cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmış, 04.06.2013 tarihli dilekçesi ile tanığını bildirmiştir. Bu durumda mahkemece, davalı vekilinin ibraz ettiği 16.04.2012 tarihli tutanakla ilgili olarak olumlu ya da olumsuz bir değerlendirmede bulunulmadan ve davalı tanığı dinlenilmeden yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir... ” gerekçesi ile karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 9. Bursa 2. Asliye Ticaret Mahkemesinin 21.06.2016 tarihli ve 2016/463 E., 2016/711 K. sayılı kararı ile önceki gerekçelere ek olarak; davalı tarafça bilirkişi raporuna itiraz dilekçesi ekinde 16.04.2012 tarihli tutanak ibraz edilmiş ise de anılan tutanağın delil listesinde yer almadığı, tanık olarak dinletilmek istenen Gökmen Karabina’nın ise anılan tutanağın mümzi olduğu, tutanağın davacı yönünden yazılı delil başlangıcı olmadığı, davalının delil listesinin 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 194/2. maddesine uygun olmadığı, tahkikat öncesinde davalı tarafça bu delilin elde olmayan nedenlerle ileri sürülemediğine dair bir iddianın bulunmadığı, delil listesinde yer almayan 16.04.2012 tarihli tutanak ve tutanakta imzası bulunan kişinin tanık olarak dinletilmesi talebinin savunmanın genişletilmesi niteliğinde olduğu, davacı tarafın bu hususta muvafakatinin bulunmadığından talebin 18.07.2013 tarihli duruşmada reddine karar verildiği, kaldı ki tutanağın içeriği itibariyle zaman bildirmediğinden davalıyı sorumluluktan kurtarır niteliği haiz olmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. 10. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK 11. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davalı tarafın 04.06.2013 havale tarihli tanık bildiriminin ve aynı dilekçeyle 09.07.2013 tarihli bilirkişi raporuna itiraz dilekçesi eklerinde mevcut 16.04.2012 tarihli tutanağın dosyaya sunumunun savunmanın genişletilmesi niteliğinde olup olmadığı ve buradan varılacak sonuca göre eldeki davanın çözümünde bildirilen tanığın dinlenip 16.04.2012 tarihli tutanağın değerlendirme kapsamına alınıp alınamayacağı noktasında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 12. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile hukukî kavram ve kurumların ortaya konulmasında yarar bulunmaktadır. 13. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (Anayasa) 90/5. maddesi gereği milletlerarası antlaşma hükümlerinin esas alınacak olması nedeniyle ilk olarak belirtilmesi gerekir ki, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 6. maddesinin 1. fıkrasına göre: herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir. Yine Anayasa’nın 141/3. maddesinde de “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir. Açıklanan bu ilkelere paralel olarak HMK’da yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla düzenlemeler yapılmış ve bu amaca ulaşılabilmesi için önemli bir katkı sağlayan delillerin bildirilme zamanı özel olarak düzenlenmiştir. Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması yargılamayı çabuklaştıracak olmasının yanı sıra, taraflara da gösterilen delillerden haberdar olarak zamanında bunlara karşı delil veya görüş bildirebilme imkânı tanıyacak, böylece uyuşmazlıklar en kısa sürede adilane çözüme kavuşacaktır. 14. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129/1-d-e maddesine göre cevap dilekçesinde; davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri ile savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin bildirilmesi gerekir. Bu husus davalının savunmasını somutlaştırma yükümlülüğünün gereği olup davalı, savunmasının dayanağı olan bütün vakıaları hangi delillerle ispat edeceğini cevap dilekçesine ekleyerek mahkemeye vermeli ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların teminini sağlayıcı açıklamalarda bulunmalıdır. 15. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Ön İnceleme Duruşmasına Davet” başlıklı 139. maddesi, yargılama sırasında tamamlanmış işler bakımından uygulanması gereken ve 28.07.2020 tarihli ve 31199 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7251 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un (7251 sayılı Kanun) 13. maddesiyle yapılan değişiklikten önceki hâliyle; “Mahkeme, dilekçelerin karşılıklı verilmesinden ve yukarıdaki maddelerde belirtilen incelemeyi tamamladıktan sonra, ön inceleme için bir duruşma günü tespit ederek taraflara bildirir. Çıkarılacak davetiyede, duruşma davetiyesine ve sonuçlarına ilişkin diğer hususlar yanında, taraflara sulh için gerekli hazırlığı yapmaları, duruşmaya sadece taraflardan birinin gelmesi ve yargılamaya devam etmek istemesi durumunda, gelmeyen tarafın yokluğunda yapılan işlemlere itiraz edemeyeceği ve diğer tarafın, onun muvafakati olmadan iddia ve savunmasını genişletebileceği yahut değiştirebileceği ayrıca ihtar edilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Aynı Kanun’un 140/5. maddesi, yargılama sırasında yürürlükte olan 7251 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle yapılan değişiklikten önceki hâliyle; “Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir.” hükmünü haizdir. Anılan emredici düzenlemeye göre taraflar, delil olarak dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek ya da başka yerden getirilecekse, bunu belirtmek zorundadırlar. Şayet taraflar, bu konuda yapmaları gereken işlemleri eksik bırakmışlarsa, tahkikata başlamadan önce taraflara son kez kısa bir süre verilerek bu eksiklikleri tamamlamaları düşünülmüştür. Taraflar bu şanslarını da doğru kullanamazlarsa, artık tahkikat mevcut delillerle yürütülecek ve tarafların o delile dayanmaktan vazgeçtikleri kabul edilecektir. Ön inceleme duruşmasında tayin edilen kesin süreye uyulmaması, HMK’nın 145. maddesinin birinci cümlesinde “Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler.” şeklinde yaptırıma bağlanarak davayı uzatmaya yönelik kötü niyetli davranışların önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Dolayısıyla dilekçelere eklenip sunulmamış ve daha sonra ön incelemede ek olarak bildirilen kesin süre içinde de verilmemiş delillere tahkikat içerisinde kural olarak dayanılamaz. 16. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 145. maddesinde belirtilen ve tarafın etki alanı dışında kalan çok özel durumlar dışında, sonradan delil sunulması hâlinde bu deliller dikkate alınmamalıdır (Pekcanıtez H./ Atalay, O./ Özekes,M.: Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, 3. Bası, Ankara 2015, s. 328, 332). Belirtilen hükümlerden de anlaşılacağı üzere gerek davacı gerekse davalı bakımından delil gösterme ile delil sunma ayrı kavramlar olarak ele alınmıştır. Dava ve cevap dilekçelerinde iddia edilen vakıaların hangi delillerle ispatlanacağının belirtilmesi zorunluluğundan söz edildikten sonra, eldeki belgelerin dilekçelere eklenmesi, elde bulunmayan belgeler için ise nereden getirtileceği konusunda bilgi verilmesi gerektiği açıkça öngörülmüştür. Hemen belirtilmelidir ki; yasa koyucu, tarafların kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyecek olmalarını emredici bir düzenlemeyle benimsedikten sonra, bunun istisnasını da HMK’nın 145. maddesinin ikinci cümlesinde; “Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.” şeklinde ifade etmiş olup mahkeme, anılan istisnaya ilişkin düzenlemedeki şartlar dâhilinde sunulan delilin sonradan gösterilmesine izin verebilecektir. Sözü edilen maddede, tarafların Kanun’da belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceklerine ilişkin olarak getirilen istisnanın, dava ve cevap dilekçelerinde hiç delil belirtmeyen, ön inceleme aşamasında da delillerini sunmayan veya toplanması için gerekli işlemleri yapmayan tarafların, tahkikat aşamasında delil bildirme haklarının olduğu şeklinde anlaşılması mümkün değildir. 17. Görüldüğü üzere, HMK’nın sistematiği içinde; tahkikat aşamasına geçilmezden evvel tarafların uyuşmazlık konularının ve bu uyuşmazlıkların çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin en başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılmasının hedeflendiği anlaşılmaktadır. Zira tahkikatın amacı, kural olarak delil toplamak değil, delilleri incelemek ve değerlendirmektir; aksi hâlde tahkikat tamamlanamaz ve yargılama uzar. Bu sebeple HMK’nın 145. maddede belirtilen ve tarafın etki alanı dışında kalan çok özel durumlar dışında, sonradan delil sunulması hâlinde bu deliller dikkate alınmamalıdır. Ancak tekraren belirtilmelidir ki; yargılama sırasında yürürlükte olan HMK’nın 139 ve 140. maddelerinin, 7251 sayılı Kanun ile yapılan değişikliklerden önceki emredici hükümleri uyarınca, taraflara dilekçelerin teatisi aşamasında gösterdikleri, ancak sunmadıkları belgeleri sunmak ve ellerinde mevcut olmayan belgelerin de getirtilebilmesi için gereken açıklamayı yapmak üzere tahkikata başlamadan önce son kez kesin süre verilmesi zorunlu olup anılan kurallara aykırılık HMK’nın 27. maddesinde düzenlenen hukukî dinlenilme hakkının ihlali niteliğindedir. 18. Uyuşmazlık konusu itibariyle tanık deliline ilişkin hukukî kavram ve kuralların irdelenmesi de önem arz etmekte olup tanık, kavram olarak uyuşmazlık hakkında bilgi ve görgüsü bulunan üçüncü kişidir. Bu hususla alakalı olarak HMK’nın 240/1. maddesi; “Davada taraf olmayan kişiler tanık olarak gösterilebilir.” hükmünü haiz olup kural olarak, üçüncü kişi olması şartıyla herkes tanık olarak dinlenebilir. Aynı maddenin ikinci ve üçüncü fıkrası ise “(2)Tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıayı ve dinlenilmesi istenen tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar. Bu listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemez ve ikinci bir liste verilemez. (3) Tanık listesinde adres gösterilmemiş veya gösterilen adreste tanık bulunamamışsa, tarafa adres göstermesi için, işin niteliğine uygun kesin süre verilir. Bu süre içinde adres gösterilmez veya gösterilen yeni adres de doğru değilse, bu tanığın dinlenilmesinden vazgeçilmiş sayılır.” hükmünü içermekle tanık listesinde gösterilmeyen kimselerin dinlenemeyeceği düzenlendiği gibi ikinci bir tanık listesinin de verilemeyeceği belirtilmiştir. Bu kapsamda dilekçelerin teatisi aşamasında sadece tanık deliline dayanılmış olunması yeterli olup tanık listesinin sonraki aşamalarda da sunulması mümkündür. Tanık deliline dayanılması durumunda, tanıkların hangi vakıa veya hangi hususta dinletileceği HMK’nın 194. maddesinde düzenlenen somutlaştırma yükü açısından ayrıca belirtilmelidir.. 19. Tanığın dinlenilmesine ilişkin HMK’nın 243/1. maddesi “(1) Tanık davetiye ile çağrılır. Ancak, davetiye gönderilmeden taraflarca hazır bulundurulan tanık da dinlenir. Şu kadar ki, tanık listesi için kesin süre verildiği ve dinlenme gününün belirlendiği hâllerde, liste verilmemiş olsa dahi taraf, o duruşmada hazır bulundurursa tanıklar dinlenir .” hükmünü haiz olup bu aşamada dikkat çeken husus; tanık için kesin süre verildiği ve dinlenme günü belirlendiği hâlde, liste verilmemiş olsa dahi taraflarca hazır bulundurulan tanığın dinlenileceğine dair emredici hükümdür. Madde metninden de anlaşılacağı üzere tanık deliline dayanan tarafça sunulmamış olan tanık listesi için kesin süre verilmesi gerekmektedir. Bu süreye ve tanığın dinlenileceği günün belirlenmiş olmasına rağmen tanık listesi sunmayan ancak tanık deliline dayanan tarafın hazır bulundurduğu tanığın dinlenilmesi zorunludur. Ancak bu durum, dilekçelerin teatisi aşamasında tanık deliline dayanmayan tarafın duruşma sırasında hazır bulundurduğu tanığın dinlenebileceği anlamına gelmez. Bu kapsamda ve HMK’nın 31. maddesinde düzenlenen hâkimin davayı aydınlatma ödevi gereği mahkemece tanık deliline dayanan taraflara tanık listesini sunmak üzere usulüne uygun kesin süre verilmesi gerekmektedir. 20. Son olarak davacı tarafça sunulan 21.04.2017 tarihli dilekçeye ilgili önem arz etmeleri nedeniyle müteselsil sorumluluk ile davanın konusuz kalmasına ilişkin bir takım hukukî kavramların açıklanmasında yarar bulunmaktadır. 21. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 61. maddesi; birden çok kişinin birlikte bir zarara sebebiyet vermeleri veya aynı zarardan çeşitli sebeplerden dolayı sorumlu olmaları hâlinde, haklarında müteselsil sorumluluğa ilişkin hükümlerin uygulanacağı hükmünü haizdir [818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) m. 50]. Müteselsil sorumluluk sözleşmeden doğabileceği gibi kanundan da doğabilen bir sorumluluk olup alacaklı, borcun tamamının veya bir kısmının ifasını, dilerse borçluların hepsinden, dilerse yalnız birinden isteyebilir. Borçluların sorumluluğu, borcun tamamı ödeninceye kadar devam etmekle TBK’nın 166/1. (BK m. 145) maddesi gereği müteselsil borçlulardan biri, ifa veya takasla borcun tamamını veya bir kısmını sona erdirmişse, bu oranda diğer borçluları da borçtan kurtarmış olur. Eş söyleyişle meydana gelen zarardan birlikte sorumlu bulunanlardan birinin yaptığı ödeme, alacaklıya karşı olan borcu tüm borçlular yönünden ödenen miktar kadar sona erdirir. Dolayısıyla alacaklı tarafından müteselsil borçlulardan biri aleyhine ikame edilen dava sırasında, diğer borçlulardan biri tarafından alacaklıya yapılan ödeme oranında açılan davanın konusuz kalıp kalmadığının değerlendirilmesi gerekir. 22. İlke olarak her dava açıldığı tarihteki fiilî ve hukukî sebeplere göre hükme bağlanır. Ne var ki, dava açıldıktan sonra meydana gelen bir olay nedeniyle dava konusunun ortadan kalkması, eş söyleyişle davanın esası hakkında karar verilmesinde hukukî yararın kalmaması hâlinde bu olayın hükümde göz önüne alınması ve böyle bir durumda mahkemenin, davanın konusuz kalması sebebiyle esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına dair karar vermesi gerektiği her türlü duraksamadan uzaktır. HMK’nın “Esastan sonuçlanmayan davada yargılama gideri” başlıklı 331/1 maddesiyle “Davanın konusuz kalması sebebiyle davanın esası hakkında bir karar verilmesine gerek bulunmayan hâllerde, hâkim, davanın açıldığı tarihteki tarafların haklılık durumuna göre yargılama giderlerini takdir ve hükmeder.” hükmü düzenleme altına alınmış olup buna göre davanın konusuz kalması hâlinde yargılama giderlerinin tayininde tarafların, davanın açıldığı tarihteki haklılık durumu belirlenerek yargılama giderleri hüküm altına alınacaktır. 23. Bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; davalının zarar konusu olayın gerçekleştiği dere ıslah projesinde iş sahibi olduğu, anılan işin davalı tarafça ihbar olunan ortak girişime ihale edildiği, bu iş için dava dışı ... Müh. Müt. Taah. Tur. San. ve Tic. A.Ş. tarafından leasing ile kiralanan ekskavatörün davacı nezdinde sigortalandığı, 19.04.2012 tarihinde baraj kapaklarının açılması sonrasında sigorta konusu aracın zarar gördüğü, vuku bulan zarar neticesinde davacı tarafından düzenlenen leasing uzun süreli sigorta poliçesi kapsamında sigortalı dava dışı şirkete ödeme yapılıp sigortalının haklarına halef olunarak rücuen tazmin istemiyle işbu davanın ikame edildiği, davalının zarara neden olan olaya ilişkin olarak gerekli önlemleri alması için DSİ Genel Müdürlüğü 1. Bölge Müdürlüğünün 23.02.2012 tarihli yazısı ile uyarıldığı anlaşılmaktadır. 24. Davalı tarafça yüklenici firmanın uyarıldığı savunularak cevap dilekçesinde diğer deliller yanında kendi kurum bünyesindeki kayıtlar ile tanık deliline dayanılmış, davacı tarafından da dava ve cevaba cevap dilekçelerinde davalı (BUSKİ) kayıtları deliller arasında gösterilmiştir. Cevap dilekçesinde dayanılan tanık deliline ilişkin olarak 04.06.2013 havale tarihli dilekçeyle tanık listesi sunulmuş olup anılan dilekçe ekinde davalı kurumun kayıtları arasında yer alan ve bozma kararında değinilen 16.04.2012 tarihli tutanağın sunulduğu, aynı tutanağın 09.07.2013 tarihli bilirkişi raporuna itiraz dilekçesinin ekinde de mevcut olduğu, dinlenmesi istenen tanığın anılan tutanakta talimatı alan sıfatıyla imza sahibi olduğu anlaşılmaktadır. 25. Mahkemece, 30.04.2013 tarihinde gerçekleştirilen ön inceleme duruşmasında, ihbar dilekçesinin ilgililere tebliği ile dosyanın bilirkişi incelemesi yapılmak üzere bilirkişilere tevdiine dair ara kararla tahkikata başlanmıştır. Ancak anılan duruşmanın yapıldığı sırada yürürlükte olan HMK’nın 140/5. maddesinin, 7251 sayılı Kanun’un 14. maddesi ile yapılan değişikliklerden önceki emredici hükmü uyarınca taraflara, dilekçelerinde gösterdikleri ancak sunmadıkları belgeler ile başka yerden temini istenen belgeler hususunda açıklama yapmak üzere kesin süre verilmemiştir. Bunun yanında her ne kadar 18.07.2013 tarihli duruşmada, davalı tarafından tanık listesinde bildirilen tanık hazır edilmesine rağmen tahkikat aşaması başlamadan önce usulüne uygun tanık listesi verilmediğinden bahisle davalının tanık dinletme talebinin reddine karar verilmiş ise de; yukarıda detaylı olarak belirtilen emredici usul hükümleri çerçevesinde, tanık listesine dayanan davalı taraf bakımından yargılamanın herhangi bir aşamasında tanık listesinin sunumuna dair usulüne uygun olarak kesin süre verilmediği gibi HMK’nın 243. maddesine aykırı şekilde, 04.06.2013 havale tarihli dilekçeyle bildirilen tanığın dinlenmesi için duruşma günü de tayin edilmemiştir. 26. Bu itibarla davalının 04.06.2013 havale tarihli tanık bildiriminin usul hükümlerine aykırı olduğu kabul edilemeyeceğinden anılan tanık dinletme talebinin reddi, HMK’nın 27. maddesinde düzenlenen hukukî dinlenilme hakkının ihlali niteliğindedir. Ayrıca 16.04.2012 tarihli tutanağın davanın her iki tarafı bakımından da dayanılan “Genel Müdürlük Kayıtları/BUSKİ Kayıtları” kapsamında bir belge niteliğinde oluşu göz önüne alındığında, anılan tutanağın sunumuyla tutanakta imzası bulunan tanığın dinlenilmesine ilişkin talebin savunmanın genişletilmesi kapsamında olduğu söylenemez. Bu sebeple eldeki davanın çözümünde mahkemece, 04.06.2013 havale tarihli dilekçeyle bildirilen tutanak mümzi tanığın dinlenerek 16.04.2012 tarihli tutanağın değerlendirme kapsamına alınıp hâsıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekmektedir. 27. Ayrıca davacı tarafça sunulan 21.04.2017 tarihli dilekçeyle dava konusu tazminat bedelinin ihbar olunan ortak girişim içerisinde yer alan ... Müh. Müt. Taah. Tur. San. ve Tic. A.Ş. tarafından 12.04.2017 tarihinde 102.750TL olarak haricen ödendiği, bu sebeple davanın konusuz kaldığı beyan edilmiş olup, dilekçe ekinde ödemeye dair banka dekontu sunulmuştur. Anılan ödemenin Bursa 16. İcra Dairesinin 2014/378 E. sayılı icra dosyası kapsamında yapıldığı dekont içeriğinden anlaşılmaktadır. Bu kapsamda mahkemece, zararın oluşumuna kusuruyla sebebiyet verenlerin davacıya karşı müteselsilen sorumlu oldukları nazara alınarak, davalının dava konusu zarardan sorumlu olup olmadığı incelenip sorumluluğun tespiti hâlinde ödemeyi yapan dava dışı şirket ile arasındaki teselsülün niteliği, banka dekontunda işaret edilen icra dosyasının da teminiyle belirlenmeli, anılan belirleme sonrasında ise TBK’nın 166. (BK m. 145) maddesi kapsamında davanın konusuz kalıp kalmadığı değerlendirilmelidir. Yapılacak olan bu değerlendirmede, HMK’nın 331/1. maddesi gereği yargılama giderlerinin tayini için davanın açıldığı tarihte tarafların haklılık durumları da göz önüne alınmalıdır. 28. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; 16.04.2012 tarihli tutanağın süresinden sonra, tahkikat aşamasında sunulduğu, tanık listesinin yargılamanın her aşamasında sunulamayacağı, davalının HMK’nın 194. maddesi kapsamında dayandığı vakıaları ispata elverişli şekilde somutlaştırma yükü altında olduğu, 7251 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle yapılan değişiklikten önceki hâliyle HMK’nın 140/5. maddesinin dilekçelerde bildirilen ancak sunulmayan belgelere ilişkin olduğu, 16.04.2012 tarihli tutanak ile tanık bildiriminin usulüne uygun olmadığı, bu sebeple direnme kararının onanması gerektiği yönünde görüş ileri sürülmüş ise de bu görüş; yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir. 29. Hâl böyle olunca; direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulması gerekir. IV. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesi atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 22.06.2021 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.

  • NÜFUS KAYDININ (SİCİLİNİN) DÜZELTİLMESİ DAVASI

    Kişisel durumlardaki değişikliklerin nüfus kaydında belirtilmesi veya doğru olmayan kayıtların düzeltilmesi “nüfus kaydının düzeltilmesi” davalarının konusunu oluşturur. Bu nedenle nüfus kayıtlarının doğru olarak tutulması kamu düzenini ilgilendiren bir konudur. 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 35. maddesine göre, ''Kesinleşmiş mahkeme hükmü olmadıkça nüfus kütüklerinin hiçbir kaydı düzeltilemez ve kayıtların anlamını ve taşıdığı bilgileri değiştirecek şerhler konulamaz. Ancak olayların aile kütüklerine tescili esnasında yapılan maddî hatalar nüfus müdürlüğünce dayanak belgesine uygun olarak düzeltilir. '' Aynı Kanunun aile kütüklerinde bulunması gereken kişisel bilgilerin düzenlendiği 7. maddesinde, ''her mahalle veya köy için ayrı aile kütüğü tutulacağı ve bu aile kütüklerinde; Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, kayıtlı bulunduğu il, ilçe, köy veya mahalle adı ile cilt, aile ve birey sıra numarası, kişinin adı ve soyadı, cinsiyeti, baba ve ana adı ile soyadları, evli kadınların önceki soyadları, doğum yeri ile gün, ay ve yıl olarak doğum tarihi ve kütüğe kayıt tarihi, evlenme, boşanma, soybağının kurulması veya reddi, ölüm, vatandaşlığın kazanılması veya kaybedilmesi gibi kişisel durumda meydana gelen değişiklik veya yetkili makamlarca yapılan düzeltmeler, dini, medenî hali, yerleşim yeri adresi, fotoğrafı bulunacağı'' belirtilmiştir. 38. maddesinde ise; ''Yukarıda 7'nci maddesinde sayılan aile kütüklerine tescil edilmesi gereken bilgilerden; dayanak belgesinde bulunduğu halde nüfus kütüklerine hatalı veya eksik olarak tescil edilen ya da hiç yazılmayan bilgiler veya mükerrer kayıtların maddî hata kapsamında değerlendirileceği, bu tür maddî hataların ise Genel Müdürlükçe ya da nüfus müdürlükleri tarafından düzeltileceği veya tamamlanacağı'' düzenlenmiştir. HANGİ DURUMLARDA NÜFUS KAYDININ DÜZELTİLMESİ DAVASI AÇILIR? Dayanak belgelerindeki bilgilerin aile kütüklerine işlenmesi sırasında yapılmış bir maddî hata söz konusu değil ise aile kütüğünün herhangi bir kaydında düzeltme veya değişiklik ancak mahkeme kararı ile yapılabilecektir. İşte bu noktada, nüfus kütüğünde yer alan doğru olmayan kayıtlar, açılacak olan “Nüfus Kaydını Düzeltme Davası” ile gerçek durumuna uygun hale getirilir. 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 35. maddesinde “Kesinleşmiş mahkeme hükmü olmadıkça nüfus kütüklerinin hiçbir kaydı düzeltilemez. Ancak olayların aile kütüklerine tescili esnasında yapılan maddî hatalar nüfus müdürlüğünce dayanak belgesine uygun olarak düzeltilir.'' şeklindeki hükme göre her hangi bir sınırlama olmaksızın nüfus kütüğünde mevcut her kaydın düzeltilmesi istenebilecektir. NÜFUS KAYDININ DÜZELTİLMESİ DAVASINI KİMLER, NE ZAMAN ve HANGİ MAHKEMEDE AÇABİLİR? Bu dava, tespit niteliğinde olduğundan tüm ilgililer ve durumdan haberdar olan cumhuriyet savcısı tarafından açılabilir. Nüfus tashihi davaları herhangi bir zamanaşımı veya hak düşürücü süreye bağlı olmadığından her zaman açılabilir. Bu dava, davayı açan ilgilinin yerleşim yerindeki asliye hukuk mahkemesinde açılır. NÜFUS KAYDININ DÜZELTİLMESİ DAVASI NASIL İSPATLANIR? Bu dava, kamu düzeni ile ilgili olduğundan her türlü kanıtla ispatlanabildiği gibi hakimin reisen her türlü araştırmayı da yapması gerekir. Resmi kayıt ve belgelere başvurulabileceği gibi, tanık da dinletilebilir. Bazı davalarda soy bağı ve mirasçılık durumu etkileneceğinden mahkemece DNA testi istenebilir. SONUÇ Nüfus kaydının düzeltilmesi davaları sonucunda genel olarak davacının kaydı bir başka haneye taşınmamakta, mevcut nüfus kütüğü üzerindeki hanede Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 7. maddesi gereğince bulunan kayıtlar mahkeme kararı doğrultusunda değiştirilmekte veya düzeltilmektedir. Nüfus kayıt düzeltim davaları, soy bağı ile ilgili değildir. Burada önemli olan husus şudur ki, mahkemece verilecek karar ile ilgilinin hane kaydı bir başka haneye taşınıyorsa bu dava artık nüfus kaydının düzeltilmesi davası değil soy bağı davası halini alacaktır. Bu davanın miras hukuku açısından da önemli sonuçları bulunmaktadır.

  • SOYBAĞININ TESPİTİ, NÜFUS KAYDININ DÜZELTİLMESİ DAVASI, GÖREVLİ MAHKEME ADANA

    T.C. YARGITAY 8. HUKUK DAİRESİ E. 2017/10510 K. 2019/4603 T. 6.5.2019 * GERÇEK ANNE VE BABANIN TESPİTİ VE NÜFUS KAYDININ DÜZELTİLMESİ İSTEMİ ( Gerçek Babanın A. Olduğuna Yönelik İstemin Anne Z. ve Baba Olduğu İddia Edilen A.'nin Evliliğinin Bulunmaması Nedeniyle Babalığın Tespitine İlişkin Olduğu - Bu Tür Davalarda Aile Mahkemesinin Görevli Olduğu Hükme Bağlandığı ve Aile Mahkemesi Kurulmayan Yerlerde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca Belirlenen Asliye Hukuk Mahkemelerinde Davanın Aile Mahkemesi Sıfatı ile Görülüp Karara Bağlanması Gerektiği ) * GÖREVLİ MAHKEME ( Babalığın Tespiti İstemine İlişkin Davalarda Aile Mahkemesinin Görevli Olduğu Hükme Bağlandığı ve Aile Mahkemesi Kurulmayan Yerlerde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca Belirlenen Asliye Hukuk Mahkemelerinde Davanın Aile Mahkemesi Sıfatı ile Görülüp Karara Bağlanması Gerektiği - Olayda gerçek annenin Z. olduğuna ilişkin istem ise nüfus kayıt düzeltim davası olup görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi olduğu ) * BEKLETİCİ MESELE ( Mahkemece babalığın tespiti talebi yönünden dava tefrik edilerek görevsizlik kararı verileceği - Asliye Hukuk Mahkemesindeki nüfus kaydının düzeltilmesi davasının sonucunun kesinleşmesinin beklenmesi gerektiğinin düşünülmemesinin hatalı olduğu ) * KAYYIM TAYİNİ ( Bir İşte Yasal Temsilcinin Menfaati ile Küçüğün veya Kısıtlının Menfaati Çatışıyorsa İlgilinin İsteği veya Re'sen Küçüğe veya Kısıtlıya Vesayet Makamınca Kayyım Atanacağı - Yasal Temsilcinin Menfaati ile Küçüğün Menfaati Dava Nedeniyle Çatıştığına Göre Çocuğu Davada Temsil Etmek ve Hak ve Menfaatlerini Korumak Üzere Tayin Edilmesi Gerektiği ) * TARAF TEŞKİLİ ( Dava Sonucu İtibariyle Miras Hukukunu Yakından İlgilendirdiğinden Verilecek Karardan Hukuku Etkilenecek Olan Mirasçıların Davalı Sıfatı ile Davaya Katılmaları Gerektiği - Mahkemece Re'sen Gözetilmesi Gereken Bu Durum Nazara Alınmadan ve Taraf Teşkili de Sağlanmadan Davanın Esası Hakkında Karar Verilmesinin Hatalı Olduğu ) * SOYBAĞININ TESPİTİ ( Uyuşmazlığın Çözümü Bakımından Zorunlu ve Bilimsel Verilere Uygun Olmak ve Ayrıca Sağlık Yönünden Bir Tehlike Oluşturmamak Şartıyla Herkesin Soybağının Tespiti Amacıyla Vücudundan Kan veya Doku Alınmasına Katlanmak Zorunda Olduğu - Haklı Bir Sebep Olmaksızın Bu Zorunluluğa Uyulmaması Halinde Hâkimin İncelemenin Zor Kullanılarak Yapılmasına Karar Vereceğinin Hükme Bağlandığı ) * DOKU İNCELEMESİ ( Mahkemece Açıklanan Kanun Hükmü Gözetilerek Somut Olaydaki İddia ile İlgili Olarak DNA Testi Yaptırılacağı - Alınacak Rapor ile Toplanan Delillerin Birlikte Değerlendirilerek Oluşacak Sonuca Göre Bir Karar Verilmesi Gerektiği ) 4721/m. 282, 284, 292, 301, 486 4787 /m. 4 5490/m. 36 ÖZET : Dava; gerçeğe aykırı beyana dayalı oluşturulan nüfus kaydının iptali ile gerçek anne ve babanın tespiti ve buna uygun olarak nüfus kaydının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Gerçek babanın A. olduğuna yönelik istem, anne Z. ve baba olduğu iddia edilen A.'nin evliliğinin bulunmaması nedeniyle babalığın tespitine ilişkin olup, bu tür davalarda aile mahkemesinin görevli olduğu hükme bağlandığı ve aile mahkemesi kurulmayan yerlerde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca belirlenen asliye hukuk mahkemelerinde davanın aile mahkemesi sıfatı ile görülüp karara bağlanması gerekmektedir. Davadaki gerçek annenin Z. olduğuna ilişkin istem ise nüfus kayıt düzeltim davası olup, görevli mahkeme asliye hukuk mahkemesidir. Mahkemece babalığın tespiti talebi yönünden dava tefrik edilerek görevsizlik kararı verilmesi ve Asliye Hukuk Mahkemesindeki nüfus kaydının düzeltilmesi davasının sonucunun kesinleşmesinin beklenmesi gerektiğinin düşünülmemesi hatalıdır. Bir işte yasal temsilcinin menfaati ile küçüğün veya kısıtlının menfaati çatışıyorsa ilgilinin isteği veya re'sen küçüğe veya kısıtlıya vesayet makamınca kayyım atanır. Yasal temsilcinin menfaati ile küçüğün menfaati dava nedeniyle çatıştığına göre; çocuğu davada temsil etmek, hak ve menfaatlerini korumak üzere kayyım tayin edilmesi gerekir. Dava sonucu itibariyle miras hukukunu yakından ilgilendirdiğinden; verilecek karardan hukuku etkilenecek olan mirasçıların davalı sıfatı ile davaya katılmaları gerekirken, mahkemece re'sen gözetilmesi gereken bu durum nazara alınmadan ve taraf teşkili de sağlanmadan davanın esası hakkında karar verilmesi hatalıdır. Uyuşmazlığın çözümü bakımından zorunlu ve bilimsel verilere uygun olmak ve ayrıca sağlık yönünden bir tehlike oluşturmamak şartıyla, herkesin soybağının tespiti amacıyla vücudundan kan veya doku alınmasına katlanmak zorunda olduğu, haklı bir sebep olmaksızın bu zorunluluğa uyulmaması halinde hâkimin incelemenin zor kullanılarak yapılmasına karar vereceği hükmü bağlandığından; Mahkemece açıklanan kanun hükmü gözetilerek somut olaydaki iddia ile ilgili olarak DNA testi yaptırılıp alınacak rapor ile toplanan delillerin birlikte değerlendirilerek oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekir. Açıklanan tüm bu nedenlerle kararın bozulması gerekir. DAVA : Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş olup hükmün davalı ... tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü: KARAR : Davacılar vekili dava dilekçesinde, müvekkili ...'un nüfus kayıtlarında ölmüş eşi ile müşterek çocukları görünen ve ...'un gerçekte müvekkilinin kardeşi...ile ...'ın evlilik dışı birlikteliğinden dünyaya gelen çocukları olduğunu ileri sürerek, nüfus kayıtlarının gerçeğe uygun olarak düzeltilmesini istemiş; mahkemece Asliye Mahkemesi sıfatıyla yargılama yapılarak davanın kabulüne dair verilen davalı tarafından temyiz edilmiştir. 1.6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun görevin belirlenmesi ve niteliği başlıklı 1. maddesinde mahkemelerin görevinin ancak kanunla düzenleneceği ve göreve ilişkin kuralların kamu düzeninden olduğu belirlendiğinden bu husus mahkemelerce yargılamanın her aşamasında kendiliğinden gözetilmesi gerekir. Dosyada toplanan bilgi ve belgelerin incelenmesinden, davada ... ve ...'un anneleri ..., babaları...olduğu halde, nüfus kayıtlarına ... ve ... çocukları gibi tescil edildikleri belirtilerek, adı geçenlerin nüfus kayıtlarındaki anne ve baba adlarının iptali ile gerçek anne ve babaları olan ... ve...olarak düzeltilmesinin istendiği anlaşılmıştır. İddianın ileri sürülüş şekline göre ortada birbiriyle bağlantılı iki ayrı dava vardır. İlki mevcut nüfus kaydındaki anne ve baba kaydının iptali, ikincisi ise gerçek anne ve baba üzerine kayıt istemidir. Bir davada maddi olguları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme ise hakime aittir. Nüfus kaydının düzeltilmesi davası, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 30.01.2008 tarih 2008/2-36-47 Sayılı içtihadında da açıklandığı üzere, resmi sicilin belgelediği olgunun doğru olmadığı, baştan yanlış olarak kütüğe geçirilmesi sebebiyle mevcut kaydın düzeltilmesi davasıdır. Böyle bir dava sonucunda, kaydının düzeltilmesi istenen kişinin, o tarihe kadar kayıtlı olduğu haneden çıkıp, başka bir haneye tescil edilecek olması da, davayı soybağı davası haline dönüştürmez. Bu nedenle davacının birinci talebi, gerçeğe aykırı beyanla baştan beri yanlış olan sicilin düzeltilmesi niteliğinde olup, 5490 Sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu'nun 36. maddesi kapsamına giren nüfus kaydının düzeltilmesi davasıdır. Davacının ikinci talebi olan gerçek anne ve baba hanesine kayıt istemi de anne yönünden çocukla ana arasındaki soybağı doğumla kurulduğundan yine nüfus kaydının düzeltilmesi davasıdır. Nüfus kaydının düzeltilmesi davasında resmi sicilin belgelediği olgunun doğru olması baştan yanlış olarak kütüğe geçirilmesi söz konusudur. İkinci talep baba yönünden ise anne ve baba arasında evlilik ilişkisi bulunmadığı durumlarda soybağının düzeltilmesi davasıdır. Bilindiği üzere; baba arasındaki soybağı ana ile evlilik, tanıma ve hakim hükmü ile kurulur. Esasen soybağına ilişkin uyuşmazlıklarda, kişisel durum ile ilgili nüfus kaydında yer alan bilgi "doğru" olarak doğmuş ve kütüğe tescil edilmiştir. Bu doğru kayıt, daha sonra açılan bir dava, soybağının reddi veya sonradan evlenme yoluyla soybağına itiraz veya tanımaya itiraz veya tanımanın iptali yahut da af kanunları ile yapılan nesep düzeltmeye itiraz ile teknik olarak bir yanlışlığa dönüştürülmektedir. Soybağına ilişkin hükümler 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 282. maddesi ve devamında düzenlenmiş olup Aile Mahkemelerinin görevi kapsamındadır. 5490 Sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu'nun 36. maddesinde düzenlenen nüfus kaydının düzeltilmesi davalarına ise Asliye Hukuk Mahkemesinde bakılır. Somut olayda dava; Z. ve H. İ.'in, B. ve H. çocuğu olarak gerçeğe aykırı beyana dayalı oluşturulan nüfus kaydının iptali ile gerçek annelerinin ..., gerçek babalarının da...olduğunun tespiti ve buna uygun olarak nüfus kaydının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Gerçek babanın A. olduğuna yönelik istem, anne Z. ve baba olduğu iddia edilen A.'nin evliliğinin bulunmaması nedeniyle Türk Medeni Kanunu'nun 301 ve devamı maddelerinde düzenlenen babalığın tespitine ilişkin olup, 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun'un 4. maddesinde 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu'nun ikinci kitabından üçüncü kısım hariç olmak üzere (TMK.118-395) kaynaklanan bütün davalarda aile mahkemesinin görevli olduğu hükme bağlandığı ve aile mahkemesi kurulmayan yerlerde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca belirlenen asliye hukuk mahkemelerinde davanın aile mahkemesi sıfatı ile görülüp karara bağlanması gerekmektedir. Davadaki gerçek annenin Z. olduğuna ilişkin istem ise nüfus kayıt düzeltim davası olup, görevli mahkeme asliye hukuk mahkemesidir. Yukarıya alınan yasal düzenlemeler ve yapılan açıklamalar dikkate alındığında, mahkemece babalığın tespiti talebi yönünden dava tefrik edilerek görevsizlik kararı verilmesi ve Asliye Hukuk Mahkemesindeki nüfus kaydının düzeltilmesi davasının sonucunun kesinleşmesinin beklenmesi gerektiğinin düşünülmemesi, 2.Türk Medeni Kanunu'nun 426/2. maddesi gereğince bir işte yasal temsilcinin menfaati ile küçüğün veya kısıtlının menfaati çatışıyorsa ilgilinin isteği veya re'sen küçüğe veya kısıtlıya vesayet makamınca kayyım atanır. Yasal temsilcinin menfaati ile küçüğün menfaati dava nedeniyle çatıştığına göre; çocuk ...'u davada temsil etmek, hak ve menfaatlerini korumak üzere kayyım tayin edilmesi gerektiğinin düşünülmemesi, 3.Dava sonucu itibariyle miras hukukunu yakından ilgilendirdiğinden; verilecek karardan hukuku etkilenecek olan ... mirasçılarının davalı sıfatı ile davaya katılmaları gerekirken, mahkemece re'sen gözetilmesi gereken bu durum nazara alınmadan ve taraf teşkili de sağlanmadan davanın esası hakkında karar verilmesi, 4. Kamu düzeni ile yakından ilgili olan soybağının tespiti davalarında, Türk Medeni Kanunu'nun 284. maddesinde belirtilen koşullar saklı kalmak kaydıyla, Hukuk Muhakemeleri Kanunu uygulanır. Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 292/1. maddesinde, uyuşmazlığın çözümü bakımından zorunlu ve bilimsel verilere uygun olmak ve ayrıca sağlık yönünden bir tehlike oluşturmamak şartıyla, herkesin soybağının tespiti amacıyla vücudundan kan veya doku alınmasına katlanmak zorunda olduğu, haklı bir sebep olmaksızın bu zorunluluğa uyulmaması halinde hâkimin incelemenin zor kullanılarak yapılmasına karar vereceği hükmü bağlandığından; Mahkemece açıklanan kanun hükmü gözetilerek somut olaydaki iddia ile ilgili olarak DNA testi yaptırılıp alınacak rapor ile toplanan delillerin birlikte değerlendirilerek oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ve inceleme ile davanın kabulü, Doğru görülmemiştir. SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulüyle hükmün HUMK'un 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, taraflarca HUMK'un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine 06.05.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

  • ZİNA SEBEBİYLE BOŞANMA DAVASINDA AF HALİNDE DAVA HAKKI DÜŞER.

    Zina, mutlak bir boşanma sebebidir. Ancak af halinde dava hakkı düşer. Af halinde dava açılamayacağı hususu Türk Medeni Kanunu 161. maddenin 3. fıkrasında ''Affeden tarafın dava hakkı yoktur. '' şeklinde düzenlenmiştir. Buna ilişkin bir Yargıtay kararını aşağıda sunuyoruz. YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas Numarası: 2016/11205 Karar Numarası: 2018/1791 Karar Tarihi: 12.02.2018 Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davalı kadın tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü: Taraflar arasında görülen boşanma davasının yapılan muhakemesi sonucunda tarafların zaman zaman ortak konutta tartıştıkları, bu tartışmalar sırasında davalı kadının eşine yüksek sesle bağırdığı, bu nedenle komşuların da aile içerisinde gerçekleşen tartışmalardan haberdar oldukları, tartışmalar sırasında davalının eşine karşı hakaret içeren sözler söylediği, ayrıca gündelik hayatta davalının aşırı kıskanç davranışlarda bulunduğu bu davranışlar nedeniyle evliliğin çekilmez bir hal aldığı, esasen taraflar arasındaki sözlü tartışmaların kaynağının da davalının aşırı kıskançlığı olduğu, boşanmaya sebebiyet veren olaylarda davalının tam kusurlu olduğundan bahisle davacı erkeğin boşanma davasının kabulüne karar verilmiştir. Affın kabul edilebilmesi için kayıtsız şartsız bir irade beyanının mevcut olması ya da en azından affı gösterir fiili bir tutum ve davranışın gerçekleşmiş olması gerekmekte olup, ayrıca af olgusunu iddia edenin bunu somut delillerle kanıtlaması gerekir. Yapılan yargılama ve toplanan delillere göre tarafların dava açıldıktan sonra bir araya geldikleri, ortak konutta birlikte yaşadıkları dosya içerisinde bulunan fotoğraflardan anlaşılmakla davacı erkek, davalı kadının kusurlarını affetmiştir. Evlilik birliğinin sarsılması sebebiyle boşanmaya karar vermek için (TMK m.166/1-2) davalının az da olsa kusurlu bulunması gerekir. Davalı için kusur sayılabilecek tüm davranışlar affedildiğine göre davalı kusursuzdur. O halde, mahkemece davacı erkek tarafından açılan davanın reddine karar verilmesi gerektiği yerde davanın kabulü doğru bulunmamıştır. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 12.02.2018

  • ZİNA SEBEBİYLE BOŞANMA DAVASI AÇMA HAKKI, ZİNANIN ÖĞRENİLMESİNDEN ALTI AY SONRA DÜŞER.

    YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ Esas Numarası: 2015/12082 Karar Numarası: 2016/2144 Karar Tarihi: 09.02.2016 Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı-davalı kadın tarafından her iki dava yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü: 1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davacı-davalı kadının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir. 2-Davalı-davacı erkek tarafından "zina" hukuki sebebine dayalı karşı dava açılmış, (TMK m.161) olmadığı takdirde "evlilik birliğinin sarsılması sebebiyle" boşanmalarına karar verilmesi talep edilmiştir. Mahkemece tarafların zina sebebine dayalı olarak boşanmalarına karar verilmiştir. Zina hukuki sebebine dayalı boşanma davalarında, dava hakkı olan eşin boşanma sebebini öğrenmesinden başlayarak altı ay ve her halde zina eyleminin üzerinden beş yıl geçmekle dava hakkı düşer (TMK m. 161/2). Davalı-davacı erkeğin eşinin bir başka erkekle zina ettiğini dosyaya sunmuş olduğu 17.08.2013 tarihli mesajla öğrendiği, zina sebebiyle boşanma davasını 18.04.2014 tarihinde açtığı, bu durumda davanın yasada öngörülen altı aylık hak düşürücü süre içerisinde açılmadığı anlaşılmaktadır. Açıklanan sebeple, davalı-davacı erkeğin karşı zina sebebine dayalı boşanma davasının hak düşürücü süre sebebiyle reddi gerekirken, yazılı şekilde kabulüne kararı verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir. 3-Boşanma veya ayrılık davası açılınca hakim, davanın devamı süresince, gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına (TMK m. 186/1), geçimine (TMK m. 185/3), malların yönetimine (TMK m. 223, 242, 244, 262, 263, 264, 267, 215) ve çocukların bakım ve korunmasına (TMK m. 185/2) ilişkin geçici önlemleri kendiliğinden (re'sen) almak zorundadır (TMK m. 169). O halde; Türk Medeni Kanununun 185/3. ve 186/3. maddeleri uyarınca, tarafların ekonomik ve sosyal durumları da gözetilerek dava tarihinden geçerli olmak üzere davacı-davalı kadın yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunmuştur. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. ve 3. bentlerde gösterilen sebeplerle BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer yönlerinin ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.09.02.2016

  • Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Formu Adana

    Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, Mahkemenin internet sitesi yer alan başvuru formu doldurularak yapılır. Bu başvuru formu indirildikten sonra bilgisayarınıza kaydediniz. Bilgisayarınıza kaydettiğiniz formu Adobe Reader ile açınız. Formu bilgisayar üzerinden doldurabileceğiniz gibi formun çıktısını alıp el yazısı ile de doldurabilirsiniz. Forma ulaşabileceğiniz bağlantı linki aşağıda yer almaktadır. https://www.anayasa.gov.tr/tr/bireysel-basvuru/bireysel-basvuru-elektronik-formu/

  • PSİKOLOJİK TACİZ NEDENİYLE KİŞİNİN MADDİ VE MANEVİ VARLIĞINI KORUMA VE GELİŞTİRME HAKKININ İHLALİ

    TÜRKİYE CUMHURİYETİANAYASA MAHKEMESİ BİRİNCİ BÖLÜM KARAR ZÜLKÜF KILIÇ BAŞVURUSU(Başvuru Numarası: 2018/27032) Karar Tarihi: 14/9/2022R.G. Tarih ve Sayı: 11/10/2022-31980 BİRİNCİ BÖLÜM KARAR Başkan : Hasan Tahsin GÖKCAN Üyeler : Muammer TOPAL Recai AKYEL Yusuf Şevki HAKYEMEZ İrfan FİDAN Raportör : Kemal ÖZEREN Başvurucu : Zülküf KILIÇ I. BAŞVURUNUN KONUSU 1. Başvuru, psikolojik taciz nedeniyle kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. II. BAŞVURU SÜRECİ 2. Başvuru 5/9/2018 tarihinde yapılmıştır. Komisyon, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar vermiştir. 3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. III. OLAY VE OLGULAR 4. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: 5. Başvurucu, bireysel başvuruya konu olayların gerçekleştiği dönemde Bingöl Üniversitesi (İdare) Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yardımcı doçent (doktor öğretim üyesi) unvanıyla öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 6. Başvurucu hakkında 2011 ila 2013 yıllarında dokuz farklı disiplin cezası tesis edilmiştir. Bahse konu disiplin cezaları ve bunlara ilişkin yargılama süreci şöyledir: i. Başvurucu 26/10/2011, 27/10/2011 ve 28/10/2011 tarihlerinde belli saatlerde izinli ve mazeretli olmamasına rağmen işe gelmediği gerekçesiyle İdarenin 27/12/2011 tarihli işlemiyle uyarma cezasıyla cezalandırılmıştır. Elâzığ 2. İdare Mahkemesinin (Mahkeme) 14/11/2012 tarihli kararıyla, başvurucunun derslerini aksattığı yönünde bir tespitin bulunmaması gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir. Bu karara yönelik itiraz, Malatya Bölge İdare Mahkemesinin (Bölge İdare Mahkemesi) 27/9/2013 tarihli kararıyla reddedilmiştir. ii. İdarenin 27/12/2011 tarihli işlemiyle başvurucu, birçok konuda mesnetsiz iddialarla kurumu ve kişileri mağdur edecek şikâyetlerde bulunduğu gerekçesiyle kınama cezasıyla cezalandırılmıştır. Mahkemenin 14/11/2012 tarihli kararıyla, başvurucunun dilekçelerinde kullandığı ifadelerin mevzuata aykırı olmadığı ve İdareye yaptığı başvurulara cevap alabilmek için yeni başvurularda bulunduğu belirtilerek işlemin iptaline karar verilmiştir. Bu karara yönelik itiraz, Bölge İdare Mahkemesinin 18/12/2013 tarihli kararıyla reddedilmiştir. iii. Başvurucu, görev sırasında amirine sözle saygısızlık etmek fiilini işlediği gerekçesiyle İdarenin 3/2/2012 tarihli işlemiyle aylıktan kesme cezasıyla cezalandırılmıştır. Mahkeme 14/11/2012 tarihli kararıyla başvurucunun İdareye sunduğu dilekçesindeki ifadelerin saygısızlık olarak nitelendirilemeyeceği gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar vermiştir. Bu karara yönelik temyiz istemi Danıştay Sekizinci Dairesinin 24/3/2015 tarihli kararıyla reddedilmiş ve anılan karar onanmıştır. iv. Hastalık raporunu en geç raporun düzenlendiği günü takip eden gün intikal ettirmediği gerekçesiyle başvurucu, İdarenin 22/5/2013 tarihli işlemiyle uyarma cezasıyla cezalandırılmıştır. Mahkemenin 29/3/2016 tarihli kararıyla soruşturma raporunun olayı tüm yönleriyle ortaya koyacak nitelikte olmadığı ve eksik incelemeye dayalı olarak hazırlandığı gerekçesiyle işlemin iptaline karar verilmiştir. Bu karara yönelik istinaf başvurusu Gaziantep Bölge İdare Mahkemesi 3. İdari Dava Dairesinin 23/12/2016 tarihli kararıyla reddedilmiştir. v. Başvurucunun, gerçeğe aykırı rapor ve belge düzenlemek, öğretim elemanı sıfatı ile bağdaşmayacak eylemde bulunmak fiillerini işlediğinden bahisle İdarenin 17/12/2013 tarihli işlemiyle hakkında kademe ilerlemesinin durdurulması cezası tesis edilmiştir. Elâzığ 1. İdare Mahkemesinin 3/2/2015 tarihli kararıyla, başvurucuya savunma hakkı tanınmadığı ve usulüne uygun soruşturma yürütülmediği gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir. Bu karara yönelik temyiz istemi Danıştay Sekizinci Dairenin 26/1/2017 tarihli kararıyla reddedilmiş ve anılan karar onanmıştır. vi. Doktora tezinde usulüne uygun olmayan alıntı yaparak "bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek" şeklindeki disiplin suçunu işlediği gerekçesiyle başvurucunun üniversite öğretim üyeliği mesleğinden çıkarılması cezası ile cezalandırılması İdare tarafından teklif edilmiştir. Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı (YÖK) Yüksek Disiplin Kurulu 12/9/2013 tarihinde teklifin reddine, başvurucunun eyleminin mevzuatta geçen diğer hükümler çerçevesinde değerlendirilmesi için İdareye gönderilmesine karar vermiştir. vii. Başvurucu hakkında tesis edilen üç farklı kademe ilerlemesinin durdurulması cezası, başvurucunun itirazı üzerine YÖK'ün muhtelif tarihli kararlarıyla kaldırılmıştır. Bu nedenle söz konusu işlemlerin iptali işlemiyle açılmış davalar hakkında Mahkemece farklı tarihlerde karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir. 7. Başvurucu, kendisine verilen disiplin cezalarının mahkeme kararlarıyla iptal edilmesi nedeniyle uğradığını iddia ettiği zararların tazminine karar verilmesi talebiyle 26/5/2014 tarihinde tam yargı davası açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu; hakkında yürütülen disiplin soruşturmalarının ve cezalarının bir işkence aracı olarak kullanıldığını, bu yolla kendisine psikolojik taciz uygulandığını ileri sürmüştür. Ayrıca başvurucu süreç içinde psikolojik tedavi gördüğünü belirterek buna ilişkin raporları Mahkemeye sunmuştur. 8. Mahkeme 30/12/2014 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde; uyuşmazlık konusu olayda hizmet kusurunun bulunmadığı, başvurucunun ileri sürdüğü zararın muhtemel zarar kapsamında kaldığı, tam yargı davalarında ise ancak ilgilinin uğradığı gerçek zararların tazmininin amaçlandığı vurgulanarak başvurucunun iddiaları karşısında İdarenin tazminat ödemekle yükümlü tutulabilmesine olanak bulunmadığı ifade edilmiştir. 9. Başvurucu bu karara karşı temyiz talebinde bulunmuştur. Temyiz dilekçesinde başvurucu; görevine son verilmeden önce kendisine psikolojik şiddet uygulandığını, istifa etmeye zorlandığını, bu süreçte psikolojik tedavi görmek zorunda kaldığını ileri sürmüştür. Söz konusu raporları Mahkemeye sunmasına rağmen Mahkemece bu husustaki iddialarının dikkate alınmadığını vurgulayan başvurucu, mahkeme kararının bozulmasını talep etmiştir. 10. Danıştay Sekizinci Dairesi 30/5/2018 tarihinde, mahkeme kararının tazminat talebinin reddine ilişkin kısmının onanmasına; nispi vekâlet ücretine hükmedilmesine ilişkin kısmının ise bozulmasına karar vermiştir. Onama kararının gerekçesinde, mahkeme kararının ve dayandığı gerekçenin usule ve kanuna uygun olduğu ve bozulmasını gerektirecek bir neden bulunmadığı belirtilmiştir. 11. Nihai karar 6/8/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. 12. Öte yandan İdare 5/2/2015 tarihinde, intihal yapıldığı gerekçesiyle başvurucunun doktora tezinin iptaline ve doktor unvanının geri alınmasına karar vermiştir. Açılan davada Elâzığ 1. İdare Mahkemesinin 29/9/2017 tarihli kararıyla işlemin iptaline karar verilmiştir. Kararda, konu ile ilgili bilirkişi raporlarına da dayanılarak intihal kapsam ve boyutuna ulaşmayan atıf ve alıntılama hataları nedeniyle tesis edilen işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı belirtilmiştir. 13. Bununla birlikte başvurucu; görev yaptığı üniversitenin rektörü, rektör yardımcısı, fen edebiyat fakültesi dekanı ve Türk dili ve edebiyatı bölüm başkanı hakkında görevi kötüye kullanma suçunu işledikleri iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuştur. Bingöl Cumhuriyet Başsavcılığı 13/7/2012 tarihinde soruşturma izni verilmesi için evrakın YÖK'e gönderilmesine karar vermiştir. YÖK 21/3/2013 tarihli işlemle ilgililer hakkında soruşturma açılmasına gerek olmadığına karar vermiştir. 14. Ayrıca başvurucu hakkında görev yaptığı üniversitenin rektörünün şikâyeti üzerine sesli ve görüntülü bir ileti ile hakaret suçundan ceza yargılaması yürütülmüştür. Bingöl 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 10/6/2013 tarihli kararıyla başvurucunun eyleminin psikolojik tacizle ilgili bir yazıyı internet sitesinde yayımlamaktan ibaret olduğu, suç işleme kastıyla hareket etmediği belirtilerek beraatine karar verilmiştir. 15. Yine başvurucu, söz konusu kişiler hakkında adli yargıda tazminat davası açmıştır. Bingöl 2. Asliye Hukuk Mahkemesi söz konusu tazminat davasında somut olayda tazminat davasının kişiler aleyhine değil idareler aleyhine açılabileceğini belirterek davanın husumet yokluğundan reddine karar vermiştir. 16. Son olarak başvurucunun görev süresinin sona ermesi nedeniyle İdarenin 7/5/2013 tarihli işlemiyle yeniden atanmamak suretiyle görevine son verilmesine karar verilmiş ve bu tarihten itibaren Üniversiteyle ilişiği kesilmiştir. İşlemin iptali istemiyle açılan davada ilk olarak Mahkeme 10/4/2014 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararda, İdarenin görev süresini uzatmak hususundaki takdir yetkisine vurgu yapılmış; takdir yetkisinin kullanımı konusunda kamu hizmetinin gereklerine ve kamu yararına aykırılık bulunmadığı, işlemin tesisi sürecinde de usule uyulduğu belirtilmiştir. Danıştay Sekizinci Dairesi bu kararı onadıktan sonra karar düzeltme aşamasında başvurucunun karar düzeltme talebini kabul ederek Mahkemenin ret kararının bozulmasına karar vermiştir. Nihai olarak göreve son verme işleminin iptaline ilişkin olarak Erzurum 2. İdare Mahkemesi tarafından verilen karar Danıştay Sekizinci Dairesi tarafından onanmış, bu karara yönelik karar düzeltme talebi de 19/1/2022 tarihinde reddedilmiştir. 17. Ayrıca başvurucu hakkında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde 3/8/2012 tarihinde "depresif duygu durumu, anhedoni ve insomnia" tanılarıyla tek hekim tarafından 10 gün, 28/8/2012 tarihinde aynı tanıyla sağlık kurulu tarafından 1 ay, Ankara Gazi Mustafa Kemal Hastanesinde 26/9/2012 tarihinde "depresif nöbet" tanısıyla 10 gün istirahat raporu düzenlenmiştir. IV. İLGİLİ HUKUK 18. İlgili hukuk için bkz. Mehmet Bayrakcı, B. No: 2014/8715, 5/4/2018, §§ 30-45; Ebru Bilgin [GK], B. No: 2014/7998, 19/7/2018, §§ 43-67, Türkan Aydoğmuş, B. No: 2018/19000, 12/1/2022, §§ 16-18. V. İNCELEME VE GEREKÇE 19. Anayasa Mahkemesinin 14/9/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü: A. Adli Yardım Talebi Yönünden 20. Başvurucu, bireysel başvuru harç ve masraflarını karşılama imkânının olmadığını belirterek adli yardım talebinde bulunmuştur. 21. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Şerif Ay (B. No: 2012/1181, 17/9/2013) kararında belirtilen ilkeler dikkate alınarak geçimini önemli ölçüde güçleştirmeksizin yargılama giderlerini ödeme gücünden yoksun olduğu anlaşılan başvurucunun açıkça dayanaktan yoksun olmayan adli yardım talebinin kabulüne karar verilmesi gerekir. B. Kişinin Maddi ve Manevi Varlığını Koruma ve Geliştirme Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia 1. Başvurucunun İddiaları 22. Başvurucu; daha önce herhangi bir psikolojik sorunu olmamasına rağmen yaşadığı olaylar nedeniyle tedavi görmek zorunda kaldığını, yürütülen soruşturmalar sonucunda kendisine dokuz farklı disiplin cezası uygulandığını ve bunların yargı yoluyla iptal edildiğini belirtmiştir. Bununla birlikte süreç içinde doçentlik ve profesörlük başvurusu yapamadığını, ayrıca doktora tezinin iptal edilip doktor unvanının alındığını ve yeniden atanmamak suretiyle görevine son verildiğini, bunun öncesinde de baskılarla istifa etmeye zorlandığını ifade etmiştir. İleri sürdüğü olaylar bağlamında kendisine sürekli ve sistematik bir şekilde psikolojik taciz uygulandığını, bu hususta açtığı tam yargı davasının reddedildiğini vurgulayan başvurucu, özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. 2. Değerlendirme 23. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı" kenar başlıklı 17. maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları şöyledir: "Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. ... Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz." 24. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 1879/2013, § 16). Başvuruya konu şikâyetlerin tümü -Anayasa Mahkemesinin önceki kararları da dikkate alınarak- Anayasa'nın 17. maddesi kapsamında değerlendirilmiştir (Hüdayi Ercoşkun, B. No: 2013/6235, 10/3/2016, §§ 59, 60; Sümeyye Örnek, B. No: 2014/11091, 7/6/2017, § 16; Mehmet Bayrakcı, § 50; Ebru Bilgin, § 70; Türkan Aydoğmuş, § 22). 25. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmekte olup söz konusu düzenleme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 8. maddesinde düzenlenen özel hayata saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel bütünlüğün korunması hakkına karşılık gelmektedir (Sevim Akat Eşki, B. No: 2013/2187, 19/12/2013, § 30). 26. Anayasa Mahkemesi önceki kararlarında, Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrası ile üçüncü fıkrasının koruduğu temel haklara bir eylemin Anayasa'nın 17. maddesinin üçüncü fıkrasının kapsamına girebilmesi için asgari bir ağırlık düzeyine ulaşmış olması gerektiğine ve söz konusu ağırlık düzeyi belirlenirken gözönüne alınması gereken durumlara ilişkin ilkeler tespit etmiştir (Şehnaz Ayhan, B. No: 2013/6229, 15/4/2014, §§ 21-26; Işıl Yaykır, B. No: 2013/2284, 15/4/2014, §§ 31-36; Emel Leloğlu, B. No: 2013/3512, 17/7/2014, §§ 26-31; Hüdayi Ercoşkun, §§ 84-88; Hacer Kahraman, B. No: 2013/7935, 20/4/2016, §§ 51-56). Bu tespitler ışığında somut olaya konu muamelelerin uygulanış şekli ve yöntemi ile özellikle meydana getirdiği fiziksel ve ruhsal etkiler açısından başvurunun Anayasa’nın 17. maddesinin üçüncü fıkrası kapsamında değerlendirilmesi için gerekli olan asgari eşiği aştığı söylenemez. Bu nedenle başvurucunun şikâyetlerinin Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası kapsamında değerlendirilmesi uygun görülmüştür (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. Mehmet Bayrakcı, § 59; Ebru Bilgin, § 76, Türkan Aydoğmuş, § 24). a. Kabul Edilebilirlik Yönünden 27. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir. b. Esas Yönünden i. Genel İlkeler 28. Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında; çalışan bireylerin maddi ve manevi varlıklarının korunması bağlamında devletin Anayasa'nın 17. maddesinin yanı sıra 5., 12., 49. ve 56. maddeleri çerçevesinde üstlenmesi gereken negatif ve pozitif yükümlülüklerinin kapsamına, başta 3/5/1996 tarihli Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı ile Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bünyesinde imzalanan sözleşmeler olmak üzere uluslararası sözleşmelere taraf olan devletlerin taahhütlerine, bu doğrultuda hayata geçirilen düzenlemelere ilişkin açıklayıcı değerlendirmelere ve genel ilkelere yer verilmiştir (Mehmet Bayrakcı, §§ 61-72, Ebru Bilgin, §§ 79-83). 29. Söz konusu değerlendirmelerde Anayasa Mahkemesi, her somut olayın kendi bütünlüğü içinde değerlendirilmesi koşuluyla bireylerin çalışma ortamlarında maruz kaldıklarını ileri sürdükleri eylem, işlem ya da ihmallerin psikolojik taciz derecesine ulaşması için birtakım unsurların aranması gerektiğini vurgulamıştır. Bu bağlamda ILO ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca hazırlanan yayın ve raporlar da dikkate alındığında muamelelerin psikolojik taciz olarak vasıflandırılabilmesi için; i. İşyeri ile ilgili olarak işyerindeki yöneticiler ve/veya diğer çalışanlar tarafından gerçekleştirilmesi ya da bu tür müdahalelere göz yumulması, ii. Süreklilik arz edecek şekilde tekrarlanması, keyfîlik içermesi, sistemli ve kasıtlı olması, yıldırma ve dışlama amacı taşıması, iii. Mağdurun kişiliğinde, mesleki durumunda veya sağlığında zarar ortaya çıkaran ya da ciddi bir zarar tehlikesi içermesi gerekir (Mehmet Bayrakcı, § 69; Ebru Bilgin, § 80; Türkan Aydoğmuş, § 27). 30. Muamelelerin neden olduğu sonuçların boyutu mağdurun konumuna, muamelelerin süresine, sıklığına, kim ya da kimler tarafından gerçekleştirildiğine, mağdurun cinsiyetine, yaşına ve sağlık durumuna kadar birçok faktöre göre değişebilmektedir (Aynur Özdemir ve diğerleri, B. No: 2013/2453, 24/3/2016, § 79; Hacer Kahraman, § 69, Mehmet Bayrakcı, § 70, Ebru Bilgin, § 81; Türkan Aydoğmuş, § 28). 31. Yine bu değerlendirmelere göre çalışanların yaşamlarına etkisi bakımından çekilmez bir ağırlık ve yoğunluk derecesine ulaşarak onların manevi bütünlüklerini tehdit eden ve psikolojik taciz olarak nitelendirilen eylem, işlem ya da ihmaller konusunda Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrası kapsamında devletin üstlenmesi gereken pozitif yükümlülükler temel olarak şöyle sıralanabilir: i. Çalışanlara yönelen psikolojik taciz mahiyetindeki davranışların oluşmaması için önlemler alınması ii. Şikâyetleri etkili şekilde inceleyecek denetim mekanizmalarının oluşturulması iii. Pozitif ayrıcalıklar tanınması gereken çalışanların önündeki güçlüklerin kaldırılması ve kolaylaştırıcı imkânlardan yararlandırılmasının sağlanması iv. Yıldırıcı ve kasıtlı tutumlara maruz kalanların uğradıkları maddi ve manevi zararlarının giderilmesi ya da ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin yasal altyapının oluşturulması ve suç teşkil eden durumlarda sorumluların yasal çerçevede cezalandırılmalarının sağlanması v. Oluşan zararların tazmin edilmesi amacıyla açılan davalarda mağdurların haklarını adil şartlarda savunabileceği etkili usule ilişkin güvencelerden yararlandırılması ve yargılamalar sonucunda temel hakların içerdiği güvenceleri koruyacak şekilde mahkemelerce ulaşılan sonuçların ilgili ve yeterli gerekçelerle açıklanması (Mehmet Bayrakcı, § 71; Ebru Bilgin, § 82; Türkan Aydoğmuş, § 29) 32. Anayasa Mahkemesince yapılan değerlendirmelerde mevzuatın yorumlanmasıyla ilgili sorunları çözmenin öncelikle derece mahkemelerinin yetki ve sorumluluk alanında olduğu da daha önceki kararlarda sıklıkla vurgulanmıştır. Sistemli ve kasıtlı olarak haksız şekilde gerçekleştirildiği iddia edilen eylem, işlem ve ihmallerin psikolojik taciz olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceğine yönelik yapılacak incelemede olayın tüm tarafları ile doğrudan temas hâlinde bulunan derece mahkemelerinin olayın koşullarını değerlendirmek açısından daha avantajlı konumda bulunduğu tartışmasızdır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin rolü bu kuralların yorumunun Anayasa’ya uygun olup olmadığını belirlemekle sınırlıdır (Aynur Özdemir ve diğerleri, § 81; Hacer Kahraman, § 70, Mehmet Bayrakcı, § 72, Ebru Bilgin, § 83; Türkan Aydoğmuş, § 30). ii. İlkelerin Olaya Uygulanması 33. Somut olayda başvurucunun haksız yere maruz kaldığını ileri sürdüğü işlemlerin başvurucunun yaşamına etkisi bakımından çekilmez bir ağırlık ve yoğunluk derecesine ulaşıp ulaşmadığı değerlendirilirken süreç içinde gerçekleşen vakıaların tümünün birlikte değerlendirilmesi gerektiği tartışmasızdır. 34. Başvurucu hakkında 2011 ila 2013 yıllarında dokuz farklı disiplin cezası tesis edilmiştir. Bu disiplin cezalarının üçü itiraz üzerine YÖK tarafından kaldırılmış, diğerleri hakkında ise derece mahkemelerince hukuka aykırı oldukları gerekçesiyle iptal kararları verilmiştir. Devam eden süreçte intihal gerekçesiyle başvurucunun doktora tezi iptal edilerek doktor unvanı geri alınmış, buna yönelik işlem de Mahkemece iptal edilmiştir. Bununla birlikte başvurucunun görev yaptığı üniversitenin rektörünün şikâyeti üzerine hakaret suçundan yürütülen yargılamada başvurucu beraat etmiştir. Ayrıca başvurucunun görev süresinin sona ermesi nedeniyle yeniden atanmamak suretiyle görevine son verilmesine ilişkin işlemin de iptaline karar verilmiştir. 35. Öte yandan söz konusu disiplin cezalarının tesis edildiği dönemde başvurucu hakkında "depresif duygu durumu, depresif nöbet, anhedoni ve insomnia" tanılarıyla sağlık raporları düzenlenmiştir. Bu bağlamda İdarenin yargı yerlerince iptal edilenbahse konu işlemlerinin başvurucunun yaşamına etkisi bakımından katlanılamaz bir ağırlık ve yoğunluk derecesine ulaşmadığı ve manevi bütünlüğünü tehdit etmediği, neticede psikolojik taciz boyutuna ulaşmadığı söylenemez. Dolayısıyla başvurucunun maddi ve manevi bütünlüğüne yönelik olarak ileri sürdüğü ihlal iddiasının yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda devletin pozitif yükümlülükleri bağlamında ele alınması gerekir. 36. Başvurucu; derece mahkemelerine sunduğu dilekçelerde, hakkında yürütülen disiplin soruşturmalarının ve verilen disiplin cezalarının bir işkence aracı olarak kullanıldığını, kendisine psikolojik taciz uygulandığını ve bu süreçte tedavi görmek zorunda kaldığını ileri sürmüştür. Somut olay bakımından başvurucunun iki yıllık süreçte dokuz farklı disiplin cezasıyla cezalandırıldığı fakat bu yöndeki işlemlerin yargı yerlerince iptal edildiği veya YÖK tarafından kaldırıldığı, bununla birlikte aynı dönemde başvurucu hakkında psikolojik hastalık tanısı konulduğu görülmüştür. Derece mahkemeleri tarafından ise başvurucunun bu bağlamda bir sürece yayılan olaylar ile desteklenen ciddi iddiaları bulunmasına rağmen herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Öyle ki başvurucunun psikolojik taciz iddialarına mahkeme kararının davanın özeti kısmında dahi yer verilmemiştir. 37. Öte yandan başvurucunun ilgili kişiler aleyhine adli yargıda açtığı tazminat davasında da kişiler aleyhine değil idareler aleyhine dava açılması gerektiği belirtilerek husumet yokluğundan davanın reddine karar verilmiştir. Bununla birlikte başvurucunun ilgili kişiler aleyhine görevi kötüye kullanma suçundan yaptığı şikâyet de YÖK tarafından soruşturma açılmasına gerek olmadığına karar verilmesi nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. 38. Kamusal makamlar; psikolojik taciz oluşturan durumları tespitle yetinmemeli, bu tür davranışların oluşmaması ya da telafi edilmesi amacıyla etkili önlemleri hızla almalıdır. Kamusal makamların psikolojik taciz iddiaları karşısında hızlı davranarak gerçeği ortaya çıkarması, psikolojik tacizi ortadan kaldıracak, tekrarlamasını önleyecek tedbirleri alması ve mağdurun zararlarının giderilmesini sağlamasının bir yandan kamusal hizmetin etkin bir şekilde yürütülmesine hizmet edeceği, diğer yandan kişinin maddi ve manevi varlığının korunması bağlamındaki pozitif yükümlülüğün gereği olduğu söylenebilir. Bununla birlikte somut olaydaki tam yargı davasının maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı bağlamında giderim sağlayacak yol olduğu tartışmasızdır. Ancak mevcut başvurunun koşullarında tam yargı davasının reddedilmesi nedeniyle başvurucunun var olduğu açık olan manevi zararlarının tazmin edilemediği görülmüştür. Bu bağlamda Mahkemece ulaşılan ret sonucunun kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının içerdiği güvenceleri koruyacak, başvurucunun zararlarını tazmin edecek şekilde ilgili ve yeterli gerekçeler içermediği sonucuna ulaşılmıştır. 39. Sonuç olarak somut başvuruda kamusal makamlar tarafından etkili önlemler alınmaması ve yürütülen tam yargı davasında derece mahkemelerince ulaşılan sonuçların ilgili ve yeterli gerekçelerle açıklanmaması nedeniyle kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı kapsamında kamusal makamlarca üstlenilmesi gereken pozitif yükümlülüklerin yerine getirilmediği kanaatine varılmıştır. 40. Açıklanan gerekçelerle başvurucunun Anayasa'nın 17. maddesinde güvence altına alınan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir. C. Giderim Yönünden 41. Başvurucu, ihlalin tespiti ile maddi ve manevi tazminat taleplerinde bulunmuştur. 42. Tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin usul ve esaslar 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinde yer almaktadır. 43. Başvuruda tespit edilen hak ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100). 44. Öte yandan ihlalin niteliğine göre yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucunun tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir. VI. HÜKÜM Açıklanan gerekçelerle; A. Adli yardım talebinin KABULÜNE, B. Kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA, C. Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE, D. Kararın bir örneğinin kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Elâzığ 2. İdare Mahkemesine (E.2014/646, K.2014/1332) GÖNDERİLMESİNE, E. Başvurucunun tazminat taleplerinin REDDİNE, F. Kararın bir örneğinin bilgi için Danıştay Sekizinci Dairesine ve Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 14/9/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

  • ADLİ YARDIM TALEBİNİN REDDİNE KARŞI İTİRAZ DİLEKÇESİ

    ADANA NÖBETÇİ AİLE MAHKEMESİNE Gönderilmek üzere ADANA ... AİLE MAHKEMESİNE DOSYA NO : İTİRAZ EDEN DAVACI : VEKİLİ : Av. Esmanur KILIÇMAN ERDEM Çınarlı Mah. İnönü Cad. Günep Kuruköprü İş Merkezi Kat:6 No:610 Seyhan/ADANA İTİRAZ KONUSU: Adli yardım talebimizin reddine ilişkin karar karşı itirazımızdır. AÇIKLAMALAR : 1) ..... tarihinde Adana .. Aile Mahkemesinden Ek'te yer alan belgelerin sunulması yolu ile tarafımızca adli yardım talebinde bulunulmuş olup Mahkemece verilmiş olan ..... tarihli ara karar ile ''davacının kendisi ve ailesinin geçimini önemli ölçüde zor duruma düşürmeksizin gereken yargılama ve takip giderlerini kısmen veya tamamen ödeme gücünden yoksun olduğu yönünde dosyaya yeterli belge sunulmadığından ve mahkememizde bu yolda kanaat oluşmadığından'' bahisle adli yardım talebimiz reddedilmiştir. Ancak verilen karar hakkaniyete aykırı olup buna ilişkin itirazımın kabul edilerek tekrar değerlendirilmesi gerekmektedir. 2) Şöyle ki; bir davanın açılabilmesi veya açılmış olan bir davanın takip edilebilmesi, belli bir ekonomik maliyeti gerektirmektedir. Bir davada yapılan masraflar kişilerin ekonomik durumlarına göre değişmediğinden yoksul kişilerin yargılama harç ve giderlerinden sorumlu tutulması doğru olmayacaktır. Zira yoksul kişilerin dava açmaları oldukça zordur. Bu nedenle yoksul bir kişinin gerekli harç ve giderleri ödeyememesi nedeniyle haklı olduğu bir konuda dava açamaması mümkündür. Buna ilişkin olarak Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin “sosyal bir hukuk devleti” olduğu belirtilmektedir. “Sosyal Hukuk Devleti'nin en önemli özelliklerinden biri vatandaşların tüm haklarının hukuki güvenceye kavuşturulmasıdır. Vatandaşların ekonomik durumuna göre hukuki güvencenin değişmemesi sosyal hukuk devletinin gereğidir. Sosyal hukuk devletinin bir gereği olarak mahkemeler önünde tarafların sahip olduğu hak ve yükümlülüklerde bir denge sağlanmalı ve yargılamanın sonuna kadar bu denge korunmalıdır. Ekonomik olarak güçsüz kişilere adli yardımda bulunulması bu dengeyi sağlayıcı bir işlev görevi görür. Kişilerin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkesi ile bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri Devlet, Anayasa’nın 5. maddesi gereğince ortadan kaldırmak zorundadır. Yani, hak arama özgürlüğünün kullanımını güçleştiren ekonomik ve sosyal engelleri ortadan kaldırmak devletin başlıca görevlerindendir. İşte, adli yardım kurumu devletin bu görevini yerine getirebileceği bir araçtır. (Alim Taşkın, “Adli Yardımın İşlevi ve Yardım Giderlerinin Geri Alma Zamanı”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 1999/3, s. 834.) 3) Anayasa madde 10’da düzenlenen “kanun önünde eşitlik” ilkesi de kişilere yeterli hukuki güvence sağlanmasını gerektirir. Diğer bir ifade ile kişiler bir ekonomik sıkıntı kaygısı yaşamadan haklarını arayabildikleri ölçüde “kanun önünde eşitlik” ilkesi yaşama geçirilmiş olur. Anayasa’nın “hak arama hürriyeti” başlıklı 36. Maddesinde ise herkesin, meşru vasıta ve yollardan faydalanarak yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunmada bulunma hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Bu düzenleme, ekonomik koşulları ne olursa olsun bütün yurttaşların mahkemelerde dava açabilmeleri veya savunmada bulunabilmeleri ile bir anlam ifade eder. İşte, “sosyal hukuk devleti”, “kanun önünde eşitlik”, “hak arama özgürlüğü” ilkeleri adli yardım kurumunun düzenlenmesini zorunlu kılmıştır. Böylece, yoksul kimselerin mahkemelerde dava açabilmelerine ve savunmada bulunabilmelerine imkân sağlanmıştır. 4) Adli yardım, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 334 ile 340 maddeleri arasında düzenlenmiştir. Buna göre, kendilerinin ve ailelerinin geçimini önemli ölçüde zora sokmaksızın yargılama giderlerini kısmen veya tamamen ödeyemeyecek durumda olan kişiler, haklı oldukları yönünde bir kanaat uyandırdıkları takdirde yargılama giderlerinden geçici olarak muaf tutulurlar. 5) Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama, maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkına sahiptir (Ay. m. 17) Bu nedenle, bu temel hakkın doğal sonucu olarak yeme-içme, giyinme, barınma, sağlık, ulaşım, kültür gibi kişinin maddi varlığını geliştirmek için zorunlu harcamaları karşılayacak düzeyde geliri olmayanları yoksul kabul etmek gerekir. Adli yardım için genel anlamda yoksulluk değil, nispi bir yoksulluk aranmaktadır. Adli yardım talebinde bulunan kişi, genel olarak yoksul olmayabilir; ancak, yargılama giderlerini ödediği takdirde kendisinin ve ailesinin geçimi önemli ölçüde sıkıntıya düşecekse, yoksulluk koşulu var sayılır. 6) Ortalama bir geçim düzeyine sahip olmakla beraber dava nedeniyle yapmak zorunda olduğu giderler nedeniyle önemli ölçüde maddi sıkıntıya düşecek olan kişiler HMK gereğince yoksul sayılırlar. Bu nedenle, bir devlet memuru bile bir davanın gerektirdiği harç ve gideri karşıladığında kendisinin ve ailesinin geçimi önemli ölçüde sıkıntıya düşecekse adli yardımdan yararlanabilir. 7) Adli yardım koşullarının bulunup bulunmadığı konusunda çok katı davranmayı gerektirecek bir durum bulunmamaktadır. Çünkü adli yardım, yargılama giderlerinde geçici bir muafiyet sağladığından, adli yardımda bulunan kişinin davayı kaybetmesi halinde zaten yargılama giderlerini ödemek zorunda kalacaktır. 8) Tüm bu açıklamalar doğrultusunda ve dava dilekçesi ekinde sunduğumuz belgeler çerçevesinde müvekkilin yargılama giderlerini kısmen veya tamamen ödeme gücünden yoksun olduğu açıkça ortada olup adli yardım talebimizin kabul edilmemesi durumunda müvekkilin davayı takip etmekte güçlük çekeceği aşikardır. Bu nedenle mahkemece verilmiş olan adli yardım talebimizin reddine ilişkin karara HMK madde 337-2'ye göre süresinde itiraz ediyoruz. ( HMK madde 337-2: ''Adli yardım talebinin reddine ilişkin kararlara karşı, tebliğinden itibaren bir hafta içinde kararı veren mahkemeye dilekçe vermek suretiyle itiraz edilebilir. Kararına itiraz edilen mahkeme, itirazı incelemesi için dosyayı o yerde adli yardım talebi yapılan hukuk mahkemesinin birden fazla dairesinin bulunması hâlinde, numara olarak kendisini izleyen daireye, son numaralı daire için birinci daireye, o yerde adli yardım talebi yapılan hukuk mahkemesinin tek dairesi bulunması hâlinde ise aynı işlere bakmakla görevli en yakın mahkemeye gönderir. İtiraz incelemesi neticesinde verilen karar kesindir.'') 9) Yukarıda izah ettiğimiz nedenlerle adli yardım talebimin reddine dair itirazımın kabul edilerek talebimizin tekrar değerlendirmesini talep etme zorunluluğu hasıl olmuştur. HUKUKİ SEBEPLER: 6100 sayılı HMK madde 334,335,336,337,338,339,340 DELİLLER: 1) Dosya içerisinde yer alan adli yardım talebimizi içerir belgeler 2) ...... Aile Mahkemesinin .... tarihli ara kararı TALEP VE SONUÇ: Yukarıda açıkladığımız nedenlerle, adli yardım talebimizin reddine dair karara ilişkin itirazımızın kabul edilerek mahkemenizce tekrar değerlendirmesini vekaleten talep ederiz. ../../2023 Davacı Vekili Av. Esmanur KILIÇMAN ERDEM

©2020, Avukat Esmanur Kılıçman tarafından kurulmuştur.

Adana Boşanma Avukatı

Avukat Esmanur Kılıçman-Kılıçman Hukuk Bürosu

bottom of page